2010-11 Bulls Sözlü Tarihi



Eğer 2010-11 sezonu Miami Heat'i, Hollywood gibiydiyse, o sezonun Bulls'u da tam olarak Chicago gibiydi.

Can düşmanları ve Heat efsanesi Dwyane Wade onlar için "Oynadığımız tüm takımlar kadar bizi zorladılar" diyor. 

"Sahada onların karşısına çıktığınız her maçın fiziksel ağırlıklı geçeceğini bilirdiniz" diyor Udonis Haslem da. "Ve muhtemelen maçın ardından buz torbalarına ihtiyacınız olacaktır."

Buz torbaları. Bulls oyuncuları sezon boyunca bunlardan çok kullandı.

Bulls o sezon 62 maç kazandı. Jordan sonrası dönemin en iyi derecesiydi bu. Herhangi bir Bulls takımı Finaller'e çıkana dek, kurulan tüm ekipler onlarla kıyaslanacak.

Bu takım tüm şehrin kalbini çalmıştı ve ilk yılını geçiren manyak koçları Tim Thibodeau yönetiminde bütün ligi şaşkına çevirdiler. Maçlarda üst düzey savunma sergilediler, bedenlerini feda ettiler ve kendilerini takım içinde erittiler. Derrick Rose'a sahiptiler: 22 yaşındaki, durdurulamaz yerel kahraman.

Bu Bulls ekibi, doğru zamanda, doğru karakterlere sahip doğru oyuncuları içeriyordu. Hepsi --klişe için üzgünüm-- mütevazı ve aç, rollerini iyi bilen, zayıf halka olmamak için kendini adamış oyunculardı. Aralarındaki --bugün halen süren-- bağ, takım arkadaşlarını yahut şehri hayal kırıklığına uğratmaya mahal vermiyordu.

"Yalnızca koç değil, asistan olarak da harika takımların parçası olduğum için şanslıyım" diyor Thibodeau. "Ama bu takımı onların arasına koymamın sebebi, onların çok mücadeleci olması. Ve onların tüm beklentileri karşıladığını, belki de aştığını düşünüyorum. Takımınızı değerlendirme kıstasınız bu olmalı." 

Sertlik sahibi bir takımlardı. Bir aradaydılar. Rose onlardaydı. Thibs başlarındaydı. Bir benç tayfaları vardı. O anları ve gelecekleri vardı.

"Kaybetmekten nefret eden, mücadeleyi ve sıkı oynamayı seven oyunculara sahiptik" diyor, o takımın yedek forveti Kyle Korver. "Kazandığımızda her zaman çok iyi değildik, ama harika bir savunmamız, harika bir takım düzenimiz vardı ve rakipleri yıprattık. Chicago'da mavi yakalı gibi çaba gösterirseniz, bunu takdir ederler. Yüzde yüz arkamızdalardı. United Center her gece yıkılıyordu. Ve hepsinden öte, Derrick inanılmazdı. Onun her gece ortaya koyduğu performans ve bize liderlik etmesi çok özeldi."

Güçlü kalması gereken bir takımdı, herkesin eski günleri tekrar yaşatmasını beklediği bir takımdı ve er ya da geç yedinci şampiyonluk flamasını salonun kirişlerine çekmesi beklenen bir takımdı. Olmadı. Her şey, sporun getirdiği sakatlıkların, boğaz düğümlenmelerinin ve soğuk gerçekliğin sonucu olarak trajik bir şekilde sona erdi.

Ama müthiş bir sezondu.

"Özellikle o sezon, Bulls tekrar ciddiye alınmaya başlandı" diyor Carlos Boozer. 

Yaptıkları her şey için, ortaya koydukları için, o takım hâlâ seviliyor. Daima da sevilecekler. O takımın oyuncuları, yeni takımlarıyla United Center'a her geldiklerinde seyirci tarafından kucaklanacak ve kahraman gibi karşılanacaklar. 



KASIŞ


Joakim Noah (pivot): Deli gibi çalışırdık.

Derrick Rose (oyun kurucu): Kimse bu çabayı gerçekten anlamadı. Bu bir kasış dostum. Bence herkesin tek tek nasıl odaklandığını kimse anlamadı.

Taj Gibson (power forvet): Herksin kanıtlayacağı bir şeyler vardı. Herkesi savunmayı kavramıştı. Ama biz açtık ve kazanmanın peşndeydik. Erken anlamıştık: Büyük zafer kazanırsan, en alttan en tepeye, zafer herkesindir. Kafa yapımız bu şekildeydi. Birbirimize yardım ettik. Salonda sıkı çalıştık. Hep salondaydık.

Luol Deng (kısa forvet): Kimse istatistik kovalamıyordu. Mesele maçları kazanmaktı. Bence sezonun başlarında ne kadar iyi olduğumuzu fark etmiştik. Ve önceliğimizi kazanmak olarak belirledik.

Ronnie Brewer (guard): Şehir için yüreğimizi koymuştuk. Kazanmak için, şehir adına kazanmak için çok tutkuluyduk, çünkü bunu hak ediyorlardı. Taraftarların bilmesi gereken bu. Bunu şehir için yaptık.

Gibson: Öncelikle, Chicago'nun taraftar kitlesi muazzam. Ama siz sıkı oynar ve kan, ter ve gözyaşı dökerseniz, takım ve organizasyona yardım ederseniz, bu şehir sizi ölene kadar destekleyecektir.

Brewer: Taraftarlar ve Chicago halkı, olumlu bir sonuç elde etmek adına her gün kıçını yırtan, uğraşan ve çok çalışan adamlarla bağ kurabilirdi. Bence taraftarlar bu yüzden bizi çok sevdi.

John Paxson (başkan yardımcısı): Heyecanlıydılar. Bunda Derrick'in buralardan olması ve başarılı olmasının büyük payı var. Olay buydu. Herkes bundan gurur duyuyordu. Şehrin genç yıldızı yükseliyor ve takım da uzun süre sonra üst seviyeye çıkıyor.

41'er galibiyet kazanılıp ilk turda elenilen iki sezonun ardından Bulls, koç Vinny Del Negro'yu kovmuştu. Göreve Doc Rivers'ın Celtics'teki asistanlarından Tom Thibodeau getirildi.

Thibodeau'nun tek koçluk tecrübesi, 26 yıl önce Salem State içindi ve tek sezonluktu. Şimdilerde kendisi saygın bir asistan koç, piyasadaki en revaçta isimlerden ve oyuncu yönetimiyle Bulls'u yeniden üst seviyeye çıkaracağına güvenilen biriydi. Thibodeau, ismi duyulduğu kadar iyiydi ve sezon sonunda Yılın Koçu ödülünü kazanacaktı. O ve antrenörlerle henüz ilişki kuramamış olan, oyuncuların çoğu tüm yazı Bulls'un banliyödeki Deerfield semtinde yer alan tesisi Berto Center'da geçirdi. Şut atmaya veya ağırlık kaldırmaya gittiklerinde, oyuncular Thibodeau ile birlikte saatler harcadılar. Bu idmanlar, onlardan beklenen işlerin temelini attı.

Paxson: Tom’u işe almadan önce birçok kişi üstünde durduk. Hocamız Vinny’ydi ama belli ki onunla olmayacaktı. Her şeyden önce, Tom'u tanımaya çalıştığınızda, basketbolun onun her şeyi olduğunu görüyorsunuz.  Onun hayatı bu. Evli değil. İşi tamamen bu. Derrick’e sahip olduğumuzu, onun gelişim de kaydedeceğini ve elimizdeki diğer parçaları da göz önüne alırsak yeteri kadar yetenekli olduğumuzu düşünüyorduk. Onları her gün çalıştıracak ve eğitecek birine ihtiyacımız olduğunu hissettik. Ayrıca geri dönüp baktığınızda, Tom’un asistan koçluk dönemiyle ilgili birçok hikaye vardı. Ama sorumluluklarını yerine getiren ve kendilerine bir şans verilen insanlar için söylenen bir şey vardır. Ona bu şansı verdik ve harika bir yıl geçirdik.

Brian Scalabrine (yedek forvet): Kusursuzluğu tesis etti. Bunun arkasında o vardı. İdmanlar hızlı geçerdi. Zaman kaybedilmezdi. Top sahada olurdu. Herkes noktasına koşardı. Eğer perde için geldiyseniz ve topu kaybederseniz, baştan. Eğer cut yapacakken geciktiyseniz, baştan. En üst seviyede kusursuzluk vardı. Pek beşe beş maç yapmazdık. Ama en üst seviye detaycılık ve kusursuzluk vardı. Bizden istediği buydu.  Her hareket mükemmel yapılmalıydı.

Gregg Popovich (San Antonio Spurs koçu): O bir savaşçı. Bir rekabetçi. Savaşları kazanmak için çırpınır. Defansif açıdan belli standartlar koyar, demek istiyorum. Oyuncudan bir şeyler talep eder ve bundan vazgeçmez. Ve genelde mücadeleyi kazanır. Sezonun belli bir noktasında oyuncular bu savaşı kazanır ve savunma yalan olur. Thibs’le ilgili en çok hatırlayacağınız şey budur. Herkesten sonuna dek faydalanır, özellikle işin savunma tarafında. Her oyun için yüreğini koyar. Bunu onda görürsünüz. Herkesten çok bunu yaşar ve bunun için nefes alır.

Gibson: Her zaman bağırır. Ama bu, her zaman onun zihninde olduğunuzu yansıtmanın bir yolu. Bunu fark etmiştim. Size bağırdığında, aklındasınız demektir. Düşünülüyorsunuz. İstediğini yapmanıza izin verdiği ya da hiçbir şey söylemediği biri olmak istemezsiniz.

Brewer: Evet, Thibs zor biriydi. Evet, sıkı çalıştırırdı. Evet, azarlardı. Ama günün sonunda yolculuktan zevk alırdık. Ve gerçekten, gerçekten bizi gün aşırı böyle çalıştırdığı ve bize sorumluluk yüklediği için minnettarız. Bu meydan okumayı benimsedik. 

Paxson: Tom onlara çok iyi şekilde liderlik etti. Onların sıkı oynamasını sağladı. Savunma yaptırdı. Ki bunu sağlamak zordur... Ama biz yönetilmek isteyen bir grup oyuncuya sahiptik ve Tom harika bir iş çıkardı.

Darren Collison (NBA guardı): Ben Thibs’i severim çünkü o defansif bir koç. Onun takımlarına karşı oynadığınızda, iyi bir savunma eşleşmesiyle karşılaşacağınızı bilirsiniz.

Scalabrine: Ama o zamanlar bu yeni bir şeydi. Bir şeyler deniyorduk. Taj Gibson pick-and-roll'de adam değişiyordu ve daha önce böyle bir şey görmemişlerdi. Bir dönemecin eşiğindeydik. Enerjik vücutlara ve belirli bir fiziğe sahiptik. 

Brewer: Koç sürekli şunları vurgulardı: “Yetenekli bir takımız, ama yetenek maç kazandırmaz. Sıkı çalışma ve kendini adamak kazandırır.” Bence bunu gerçekten anlamıştık.


Gibson: Thibs'in, playofflar'da ilerlememiz için gereken her şeyi bildiğini anlamıştık. Bizim son düzlükte iyi oynayan bir takım olmamız gerektiğini söyledi. Kazanmamız gereken maçları kazanmalıydık. Ve normal sezonu üst sırada bitirmeliydik. Saha avantajı bizde olmalıydı. Ana hedefimiz buydu. Ve bunları başardık. Her gün duvara yazdığı hedefleri olurdu ve biz bunları yerine getirirdik: Savunması en iyi 5 takımdan biri olmak, ribaund sıralamasında en iyi 5 takımdan biri olmak vb. 

Scalabrine: Basketbol hep bu şekilde mi oynanır mı bilmiyorum. Hep bir miktar tahmin edilemezlik vardır. Ama o yıl yoktu. O sezon biz herkesin maçta oynadığından daha hızlı seviyede çalışmayı denedik ve Finaller'de son çeyreği oynarmış gibi ayrıntılara dikkat ettik. 

Kyle Korver (yedek forvet): Hepimize sertliği aşıladı.

Paxson: Tom çok çalışkandı; her gün götü çıkana dek çalışan türden bir adamdı. Ve oyuncu grubu da öyleydi.

Scalabrine: Thibodeau en baskın karakterdi. Daha önce takımlarımızda hiç böyle Garnett, Pierce veya Jason Kidd gibi dominant bir liderle çalışmamıştık. Bu ortamda bulunmak çok farklıydı. Thibodeau takımın sesiydi. 

Deng: Thibs geldiğinde onun harika bir savunma koçu olduğunu biliyorduk; harika detaylar vs. Ama genel olarak koçluk tarzının nasıl olduğunu bilmiyorduk... Ne beklememiz gerektiğini bilmiyorduk, sadece kazanmak istiyorduk. Kaybetmekten yorulmuştuk.




BİR TAKIM İNŞA ETMEK


Bulls, 2010 yazında büyük yıldızlardan birini kadrosuna eklemek üzere kendini hazırlamıştı: Lig tarihinde en çok beklenen serbest oyuncu grubu. LeBron James, Dwyane Wade ve Chris Bosh'un üçü de sınırsız serbest oyuncu durumundaydı; üçüyle de görüşüldü. Chicago da birçok takım gibi, önceki sezonda maaş yükünü azaltıp ortamı uygun hâle getirmek için uğraşmıştı.

Sezon ortası gibi, 5.8 milyonluk opsiyonu kullanmayarak John Salmons'ı Milwaukee'ye yollamışlardı. Kontratının bitimine iki yıl kalan, 17 milyon ödenecek olan Kirk Hinrich'i 1. tur draft hakkı karşılığı Washington'a yolladılar. Ve Ben Gordon'ın Detroit'le kontrat yapmasına müsade ettiler. Böylece 30 milyonluk bir boşluk yaratıp, o yaz serbest kalacak oyunculardan ikisini alabilecek hâle geldiler.

Paxson: Para harcamaya niyetli birçok takım vardı ve biz de onlardan biriydik. Bunun için çok zaman harcadık. Kendimizi LeBron ve diğerlerine iyi anlattığımızı hissettik. Elimizin güçlü olduğunu düşündüğümüz konu, Derrick-Joakim-Luol üçlüsünü koruyup, üstüne LeBron, ya da Bosh veya Wadde gibi bir oyuncuyu eklemekti. Üzerinde durduğumuz nokta, bunun harika bir takım olacağı, bu takımla şampiyonluklar kazanacağımızdı. 

Bu üç oyuncu da Bulls'la ilgilenirken --ki Thibodeau'nun LeBron'u etkilediği haberleri mevcuttu-- bilindiği gibi James ve Bosh, Miami'ye gidip Wade'e katıldılar ve tüm rekabet dengelerini bozup, nihayetinde Bulls'un can düşmanı oldular. 

Paxson: İşin içinde çok fazla etmen vardı. O zamandan beri hakkımızda iyi şeyler söylendi, iyi iş çıkardığımız dile getirildi. Ama büyük ödüle ulaşamadıysanız bunların geçerliliği yok. Sonuna kadar gitme ve buna hazırlanma anlamında bizim için öğretici bir deneyimdi. Elimizden geleni yaptık. Maalesef LeBron gibi birini buraya getirmeyi başaramadık. Hep oyunun içindeymişiz gibi hissettik. Eğer bu oyunculardan ikisini alabilseydik, Derrick'in temel parça olduğu, yanında Joakim ve Luol'un olduğu, ilaveten de bu gelen oyuncularla birlikte şampiyonluk adayı bir takım olabilirdik. Ama bu işler bazen kalp kırıcı olabiliyor.

İşlerin planlandığı gibi gitmeyeceği belli olup büyük balıklar kaçırıldığında b planına başvuruldu.  Bulls, 5 yıl-72 milyonluk kontratla, daha önce iki kez All-Star olan Carlos Boozer'ı kadrosuna kattı. Teknik olarak şöyleydi: Boozer, Utah ile sign-and-trade yapmıştı, Bu sayede Utah'a trade exception verildi ve Boozer'ı hiçbir şey karşılığında bırakmamış oldular. Ayrıca Bulls'a verdikleri 2. tur draft hakkı da sonradan Nikola Mirotic'e dönüştü. 

Boozer, Bulls'un ihtiyacı olan dominant uzundu. Defansif eksiklerine rağmen, bu savunma temelli takımda dikkat çekti. Elindeki kırık sebebiyle ilk 15 maçta takımdan uzak kaldı. Deron Williams'la geçirdiği senelerden sonra, Derrick Rose gibi skorer bir oyun kurucuyla oynamaya alışması gerekiyordu. 

Paxson: Carlos faydalı oldu. Tom onun savunmada çaba göstermesini sağladı. Carlos iyi bir savunma ribaundçusuydu ve kullanabileceğiniz orta mesafe oyununa sahipti. Yani bize gerçekten katkısı oldu. Konferans Finalleri'ne giden takımın önemli bir parçasıydı. 

Brewer: İnişli-çıkışlı bir yıl oldu çünkü onunla büyük bir kontrat imzalanmıştı ve tüm taraftarlar "Tüm parayı ona verdik, 30 sayı-20 ribaund ortalamayla oynaması gerek" diye düşünüyorlardı. Sonra duruldular. Kızmaya başladılar. Biz yine de ona oynadık. Takımın ana parçalarından biriydi. Kadrodaki diğer isimler de öne çıktı ve iyi oynamaya başladık. 

Carlos Boozer (power forvet): Kötü bir yıl değildi. Farklıydı. Düşünün, Utah'ta Deron Williams ile oynuyordum. 11-12 asist ortalaması ile oynayan, pas öncelikli bir oyun kurucu. Chicago'ya gidiyorum, orada maç başına 25-30 sayı atan bir oyun kurucu. Bazı maçlarda bunu bile aşıyordu. Yani bunu anlamanız gerek, skorer bir oyun kurucuyla oynuyorsanız, bu Allen Iverson'la oynamak gibi bir şey. Ona oynamanız lazım. Oyunların çoğu ona göre çizilirdi. Oyunların yüzde 95'i onun içindi, kalanı da onun elinde bitiyordu. Bu kadar iyiydi işte. O sezon 18 sayı ortalaması tutturmam harikaydı, çünkü ana tehdidimiz Rose'du.

Brewer: Taraftarlar her zamanki gibi. Onların da görüşleri var tabii. Ve böyle olmasını da  istersiniz çünkü bu şekilde maçlar daha heyecanlı oluyor ve bu yüzden bunu çok seviyoruz. Ama Booz gerçekten onlarla bağ kurmuştu. Çok olumluydu. Taj gelip iyi oynadığında, ona destekçi oldu. Taj'ın iyi oynamasından mutluydu. Joakim gelip oynamaya başladığında, onun için de heyecanlıydı ve o iyi oynadığı için de heyecanlıydı.  

Boozer: Benim için o yılın tek zor tarafı, elimi kırmam yüzünden ilk 15-20 maçta yer almamamdı. İlk 15-20 maçtan sonra takıma katıldığımı hatırlıyorum. Ama kalan maçların hepsinde oynadım.

Brewer: Bazen Booz iyi bir maç geçirmese de veya son çeyrekte kenarda olsa da, sürekli olumlu kaldı çünkü günün sonunda hedef kazanmaktı. Ve eğer maçı kazanırsak, mutlu olurdu. Belki onu duygusal açıdan veya özgüven seviyesi açısından etkilemiş olabilir böyle şeyler. Ama kariyeri boyunca olduğu gibi, bunlarla gayet iyi başa çıkabildi. Booz'a ve takıma kattığı sertlik ve yetenek için müteşekkirim. 



Boozer'ın gelişi, takımda bir 'domino etkisi' yarattı. James, Boozer'la yapılan anlaşma açıklandıktan bir gün sonra Miami'yi seçtiğini resmen duyurdu ama Bulls; şut, sinerji, savunma ve kadro derinliklerini geliştirmeye yarayan, sinsice yapılan kurnaz hamlelerle eksikleri kapattı.

13 Temmuz'da Korver, 16 Temmuz'da Brewer, 26 Temmuz'da Kurt Thomas, 11 Ağustos'ta ise Keith Bogans ile anlaşıldığı duyuruldu. NBA tarihinin en iyi şutörlerinden biri olan Korver'ın gelişi, en önemlisiydi. Bulls neredeyse hem Korver, hem de JJ Redick'i alıyordu ama Magic, 3 yıl-19 milyonluk tekliflerini karşıladı.

O zaman bu hamlelerin hiçbiri kaydadeğer olarak görülmemişti ve kesinlikle Bulls'un o yaz yapmayı umduğu büyük işlerden sayılmazdı. Ama kendi içlerinde önemliydiler ve takımın geçireceği sihirli sezonda yardımı bulunacak eklemelerdi. Bogans bile.

Scalabrine: Keith Bogans'la ilgili en çok aklımda kalan şey, Kurt Thomas'ın habire ona takılması.

Brewer: Kurt onunla uğraşırdı çünkü NBA'de normalde şutör guardlar fazla skor bulur ve atletik olurlar. Şutu vardır, skor bulmasını bilir ve genelde atletiktir. Ama Keith böyle biri değildi. Kurt de onunla kel olduğu için, çok skor bulmadığı için ve smaç vuramadığı için hep dalga geçerdi.

Scalabrine: Dışarı çıkıp insanlarla konuştuğumuz zaman "İlk 5 mi başlıyorsun?" diye sorduklarında Keith "Evet, Bulls'ta ilk 5 başlıyorum" derdi. Sonra Kurt Thomas oraya gidip "Evet, ama onu ikinci ve son çeyreklerde göremezsiniz" diye lafa dalardı (gülüyor.) İyi bir maç geçiriyor olsa da onu son çeyrekte göremezdiniz.

Kurt hiç durmazdı. İnsanların canına okurdu. Bugün bunları yapabilir miydi bilmiyorum, çünkü artık oyuncular daha hassas. Kıyafetinizle dalga geçerdi. Arabanızla dalga geçerdi. Şut stilinizle dalga geçerdi. Bütün gün sizinle alay ederdi. Ve bunu övgüyle birlikte yapardı. "Keith Bogans adamdır. Tempoyu ayarlamak için ilk 5'te olacak. Yok hayır, onu dördüncü çeyrekte göremeyeceksiniz."

Brewer: YouTube o zamanlar popüler olmaya başlamıştı. Yani onun adını aratıp maçlardaki kavgalarını görebilirsiniz. Kimse onun üstüne gitmek istemezdi çünkü bir yumruk veya dirsekten ya da kavgaya girmekten korkmazdı. Sürekli onun YouTube'daki videolarına bakardık.

Scalabrine: Onu bu sezon maç yorumlamak için gittiğim Dallas'ta gördüm. Birden bana doğru geldi. "Merhaba" bile demedi. Keith Bogans'la dalga geçmeye başladı. "Geçen gün Keith'i gördüm. Şu anda, rüm sezon iki numarada ilk 5 başladığı zamandan daha formda."

Deng: Keith, sahaya çıktığında tamamen profesyonelce işini yapan adamlardan. Maça başlayıp daha sonra pek dakika alamaması yüzünden hiç şikayet etmedi. Ama onun belli bir rolü vardı. Çalışmaya devam etti. Formda kaldı. Yaptığı şakalarla takım arkadaşlarının gerginliğini azaltırdı. Bu tip adamlar yeteri kadar takdir edilmez, ama o bizim için çok şey yaptı.

Brewer: Dikkat çekmek için uğraşmazdı hiç. Her gün gelir, işini yapardı. İsminin manşetlerde olmasını istemezdi. Her akşam çıkar, rakibin en iyi oyuncusunu canla başla savunurdu. Şut kullanmak için Thibs'den oyunlar çizmesini istemezdi. Gelir, sıkı çalışır, işini yapar, ne gerekiyorsa yerine getirirdi. Mükemmel bir profesyonelden de bunu beklersiniz. 

Scalabrine: Çıktığı zaman, devreye kadar bir daha oyuna girmezdi. Sadece boş şutları kullanan bir oyuncuydu. Derrick'e çok faydası olurdu. Maçların başında etkili oyuncuları savunur ve savunmanın oturmasını sağlardı. Çok övülmezdi ama maçların ilk dakikalarında istediğiniz oyunu oturtmak adına çok önemli bir parçaydı.

Brewer: Oraya gitmemi sağlayan şey, Booz ve Kyle'dan aldığım bir mesajdı. Onlar kararlarını vermişti. Ben henüz imzalamamıştım, şunları söylediler: "Özel bir şeyler yapabiliriz. Getirdikleri oyuncular bunlar. Dakika bulacaksın." Booz, Kyle ve ben, Utah'tan iyi arkadaştık. Düşünsene, kardeşin gibi gördüğün adamlarla tekrar aynı takımdasın.

Thibodeau: O takım mücadeleci, birbirleri için, bir arada oynayan bir takımdı. Beklentiler 40-41 galibiyet almamız üstüneydi ama ligin en iyi derecesine imza attık.






DOĞRU KARIŞIM


Scalabrine:
Bu takımı özel kılan neydi, biliyor musunuz? Bütün karakterlerden insan vardı. Bir düşünün. Derrick Rose'unuz var. Varoşlarda oturan bir çocuksanız ve basketbol oynuyorsanız, ya da evi banliyöde olan bir beyaz çocuksanız, büyüyünce Derrick Rose gibi olmak istersiniz. Şu gruba bir bakın. Joakim Noah var; ne kadar farklı karakterde bir adam. "Umrumda değil. Ben bunları giyeceğim. Bu saçlarla dolaşacağım. İşte buradayım." Ve 90'lı yıllarda Dennis Rodman neden o kadar popülerdiyse, şimdi Joakim Noah'ı sevmelerinin sebebi de neredeyse aynı.

Başka bir örnek, Kyle Korver ve o imajı. Biraz Justin Bieber'a benziyor; genç kızlar onun saçlarının çok havalı durduğunu düşünüyordu. Ben vardım: Annesinin evinde kalıp hayata tutunmaya çalışan orta yaşlı beyaz erkek konsepti. Luol Deng ile Afrika bağlantısı vardı. Böyle böyle gidiyor...Takımda bir sürü farklı yerden insan vardı. Hocayı da ekleyin. Bill Belichick'i ve sert koçları seven herkes Thibs'le bağ kurabilirdi. Yani hakikaten o sezon Amerika'nın takımıymışız gibi hissetmiştim.

Brewer: Herkesin farklı kişiliği vardı ve bunu ortaya koymaktan çekinmiyorlardı.

Deng: Jo her zaman rock yıldızı gibi görünürdü.

Rose: Jo ve Lu gibi pozitif enerji kaynağı olan tecrübeli oyuncular bizimleydi. Ben de onlardan beslenirdim çünkü böyle biriyim. Pozitif biriyim. Ve onlar farklı şeyleri yapmayı seven kişiler. Sadece basketbol hakkında konuşmazlar. Afrika'da ne olduğunu konuşurlar. İsveç'te ne olduğunu konuşurlar -- küresel mevzular. Yalnızca basketbolla ilgilenmezlerdi. Onları abim gibi görürdüm ve onlardan bir şeyler öğrenirdim.

Deng: Ben şaka yapmayı ve partilemeyi seven adamdım ama muhtemelen herkes evde kalıp kitap falan okuyan biri olduğumu sanırdı (gülüyor) ki okurum da. Sadece bana yakınsanız bu yönümü görürsünüz. Ama ben çok sersemimdir, takım da bunu bilir.

Gibson: Birçok güzel anı var. Sıkı mücadele edilen maçların ardından dışarı çıkar eğlenirdik. Thibs bunu anlardı. Gide ve parti yapardık.

Scalabrine: Hiç öyle bir adam olmadım. Ama o sene kariyerimde gittiğimden daha çok dışarı çıktım. İçki falan içmezdim de. Gidip onlarla takılır, sonra 1.30'da yatağa girmiş olurdum. Bir oyuncu olarak hiç dışarı çıkmadım. O yılın hikayeleri... anlat anlat bitmez. Dışarı çıkma hikayelerinden bahsetmeyeceğim tabii.

Gibson: Lig o zamanlar farklıydı. Millet bütün gece takılırdı.

Brewer: Kaç kere dışarı çıkıp 4, 5 veya 6 kişi yemeğe gittik, hatırlamıyorum. Her iç saha maçında. Deplasmanda. Filmlere giderdik. Birlikte çıkmayı isterdik. Herhangi bir şey için. Her zaman tek bir grup olarak hareket ederdik. Bunu sahaya da yansıttığımızı düşünüyorum: "O benim kardeşim. Benim arkamda. Ben de onun arkasındayım." Gerçekten birbirimizi sever ve önemserdik. Ne kadar çok zaman geçirdiğimize ve yaptıklarımıza bakarak bunu görebilirsiniz.

Rose: Herkesin keyif aldığını hatırlıyorum. Tüm takım için kutlama yaptıklarını söyleyebilirdiniz, dışarı çıkmayanlar için de. Takım arkadaşlarımın o işlerden benden daha fazla keyif aldığını görmek hoşuma giderdi. Ben de sağa-sola gittim. Ama öyle partici falan olmadım hiç. Fakat bunu anlarlardı. Anladılar. "Bu akşam bunu yaptın ama biz sen oradaymışsın gibi kutlayacağız." Gidebildiğim zaman gitmeye çalıştım. Ama çoğunlukla evde olurdum.

Deng: Eğlenceliydi ya. Eğlenceliydi. Birkaç yıl arka arkaya aynı kadroya sahip olan bir takım olarak, herkesin birbiriyle arası iyiydi. Birbirimiz için oynadık. Herkes rolünü biliyordu. Ama her şeyden öte, birbirimizi severdik. Takımdaki herkes iyi geçinirdi.

Gibson: Arkadaştık. Herkes birbiriyle iyi geçinirdi. Her yerde çıkıp sağlam oynayan bir grup adamdık. Herkes aynı kafadandı. Herkes yapması gerekeni yapıyordu. Ama aynı zamanda herkes birbirini kollardı. Eğer biri tökezleyecek olursa ona yardım eder, "Sorun yok dostum, buradayız" derdik. Aramızda pek çürük elma yoktu. O kadar zamandır bu ligde oynayan bir oyuncu olarak ne kadar önemli olduğunu bildiğim bir şey.

Rose: Biz bencilce oynamazdık. Herkesin ortak bir hedefi vardı, o da şampiyonluğa ulaşmaktı. Ama bunun çok zor olacağını biliyorduk. Bence herkes birbiriyle hem saha içi, hem saha dışında iyiydi. Takım bu ligde bu kadar ileri gidebilmesi için ihtiyacı olan bu bağlara, bu kimyaya sahipti.

Deng: Gerçekten özel kılan şey, herkesin gerekeni yapacağını bilmekti. Herkese güveniyorsunuz bir nevi. Arkanıza bakmanıza lüzum yok. Herkesin elinden geleni yapacağını biliyorsunuz.

Brewer: Birbirine sıkıca bağlı bir gruptuk. O gün kim en çok skor atmışsa atsın, nihayetinde en önemlisi kazanmaktı. Bence bu bizi diğer takımlardan ayıran ve özel kılan şeydi. Mesele her gün manşete çıkmak değil, çıktığın maçı kazanmak. Bence bizim asıl ortaya koyduğumuz şey buydu -- gerçekten özel bir takım olma isteği ve mümkün olduğunca çok maç kazanmak.

Thibodeau: Top paylaşma şekilleri, savunma yapma yolları... Birbirleri için oynadılar. Herkes bunu yaptığında mutluydular.

Gibson: Hepimiz mütevazı ya da çok sessiz adamlardık.

Deng: Geri dönüp bakınca herkesi olaya dahil eden, herkesin sevdiği bir MVP'miz vardı. Herkes onun MVP olmasını istedi. All-Star seçildiğim seneyi hatırlıyorum, neredeyse bundan utanıyordum. "Hiç açmayın" falan diyordum. Benim ve Derrick'in ilk kez All-Star olduğu seneyi (2012) hatırlıyorum da Jo da All-Star olmalı gibi hissetmiştim. Ama anlamıştım. Buna üzülmüştüm. Birbirimizi işte bu kadar seviyorduk. All-Star olmayı ya da rakamları çok önemsemiyorduk. Zamanı geri alıp o dönemi tekrar yaşamak ve sadece basketbol oynamak istiyorsunuz. Sadece oynamak.

Paxson: Başarılı bir sezon veya dönem geçirdiğinizde birçok kişinin çorbada tuzu bulunur. Sadece bir kişiyle olmaz. Basketbol hakkında çok şey söyler bu. Bu bir takım oyunu. Herkes harika oyuncular ister. Harika oyuncular olmadan kazanamazsınız. Ama dahası var. Grup sinerjisi. Bu her şeyden önemli. Ve bunu yakaladığınız vakit, malum. Bu olmadığı zaman da sürekli arayış içinde olursunuz. Bu takımda da o muazzam sinerji vardı.





BENÇ TAYFA

Bulls aynı zamanda dominant bir benç desteğine de sahipti. Bolca kusuru olan, rengarenk bir gruptu. Ama hep birlikte epey iş başardılar. Sıkı bir savunma ve muhteşem ribaund yeteneklerinin ötesinde verimli olup, Dallas'ın arkasında ligin en iyi ikinci bençi hâline geldiler. 

Çok skorer değillerdi, bu konuda 27.5 ile ligin sondan üçüncü sırasındalardı. Ama size de attırmazlardı: Rakip yedekleri maç başına 26.2 sayıda tutuyor ve yüzde 39.4 gibi bir yüzdeyle isabete izin veriyorlardı -- iki açıdan da ligin en iyisiydi. Çoğu akşam, ilk 5 oyuncularını kötü bir başlangıçtan kurtarıyorlardı. Maç içinde liderliği sürdürmek konusunda da ustaydılar; Thibodeau maç sonlarında belli yedekleri oyunda tutardı. Sezon ilerledikçe taraftarlar benç tayfasını özellikle desteklemeye başladılar. Tişörtler ve pankartlarla onlara tezahürat yapıyorlardı.

Scalabrine: Benç tayfasına bayıldılar.

Gibson: Yedekler, ilk 5 çıkanlardan daha fazla destek görüyordu neredeyse. Bütün hâlindeydik. Hep beraber 'Benç Tayfası'ydık. O zamanlar iyi para kazanıyorlardı. Herkes bedava yemek yiyordu. Mücadeleleri sebebiyle tüm şehirden ilgi ve sevgi görüyorlardı. 

Paxson: Elinizde Korver ve Ronnie Brewer var. Aldıkları dakikaları kabul edip kazanmak için destek veren oyuncular var ve asıl mesele bu. Ama bunu kabul edecek profesyonel adamlara ihtiyacınız var.

Brewer: Kimin ünlü olduğuna takılmıyorduk. Kimin en çok sayı attığına da. Kimin adının manşete çıktığının ya da o ara kimin en çok duyulduğunu önemsemiyorduk. Yalnızca oyuna girdiğimizde etki edip bu konuda örnek teşkil etmek istiyorduk. 10 sayı önde ya da geride olabilirdik, veya 20 sayı -- oyuna girip fark yaratmaktı amacımız. Parkeye adım attığımızda iyi savunma yapıyor ve bunun hücuma öncülük etmesini sağlamaya çalışıyorduk.

Deng: Kenardan gelmesine rağmen başka takımlarda ilk 5 çıkacak oyuncularımız vardı. Bu bizim için özgüven kaynağıydı. Bizim iyi oynamadığımız günlerde onlar devreye girerdi. Arka arkaya maç oynadığımız günlerde bile bunu yapabiliyorlardı.

Paxson: Kyle Korver iyi bir örnekti. Oyuna girer, şut sokar ve alan yaratabilen bir şutördü. Bazen kendisini unutturabiliyordu. C. J. Watson başka bir örnekti. Derrick'in yedeğiydi. 2 numarada ihtiyaç duyulduğunda orada oynayabiliyordu. Ömer Aşık gibi savunmanın temeli olabilen, o zaman çok iyi durumdaki bir oyuncumuz vardı. Çok iyi bir savunmacı ve ribaundçuydu.

Scalabrine: C. J. bir oyun kurucuydu, takımı yönetebiliyordu. Birçok şey onu rahatsız etmezdi. Korver üstüne birçok oyun kurabilirsiniz, ikili sıkıştırma gelir ve oyun ilerler. Ronnie Brewer baseline'da iyidir. Ömer Aşık ve Taj Gibson gibi iki uzununuz var. Orada iyi bir ikililerdi. Malum, ikisinin de iyi kariyerleri oldu. Bu oyuncuların uyumu rakiplere karşı işe yarıyordu.  

Brewer: Profesyonel sporlarda bu zor bir şeydir, çünkü eğer maça başlayan kişiyseniz, arkanızda sizin yerinizi isteyen biri vardır. Kimse sakatlanmanızı istemez. Ama sakatlanırsanız ve oraya birini koymaları gerekirse, bu kendini hocaya, yönetime ve hattâ diğer takımlara gösterme fırsatıdır. Kimsenin sakatlanmasını istemeyiz. Ama şunu biliyoruz ki, görev düştüğü zaman hazır olman gerekir. Ve biz bunu gerçekten hep hissederdik. Şu hiç bizim mentalitemiz olmadı: "Arkamdaki adam yerimi istiyor ve ben ne kadar para alıyorsam o da aynısını istiyor." Biz şöyle bakıyorduk: "Eğer bana görev düşerse takımımı hayal kırıklığına uğratmak istemem. Takım arkadaşlarımı yarı yolda bırakmak istemem. O yüzden en iyi şekilde oynamalıyım."

Deng: Dürüst olmak gerekirse o sene bençimizin çok iyi olduğu zamanlar vardı -- o zamanki maçlara bakacak olursak, kaç kez son dakikalara takımı önde sokup da maçın kazanılmasına katkıda bulundular, bilmiyorum.

Scalabrine: Korver gelip birkaç isabet bulurdu. C. J. kritik şutlar sokardı. Sonra, eğer sakatlık varsa Kurt Thomas'a güvenirdiniz -- o zamanlar orta yaş krizinde olmasına karşın öne çıkar ve önemli sayılar bulurdu.

Paxson: Bize gelmeden önce onu tanımazdım. Tom onu tanıyordu ve bir kazanan, bir profesyonel olduğunu söylüyordu. Bunu da kanıtladı. Oyuna sokabileceğiniz harika bir veteran olduğunu kanıtladı. Savunma dozunu o belirlerdi. Kurt için aklımda kalan, onun çok iyi bir takım savunmacısı ve fiziğine göre iyi pozisyon alan iyi bir ribaundçu olması.

Scalabrine: Orta yaş, abi. Emekli olmalıydı ama bırakamadı. Devam etti. Orta yaş. Lakabı bu. Orta yaş.

Brewer: Kurt harikaydı. Maç içinde herhangi bir vukuat olursa arkamızda olacağını bilirdik ve bizi kollardı. Şakacıydı, eğlenceli bir adamdı, etrafta olmasını isterdiniz. Ama yine de onun 'delikanlı' karakterini gözden kaçırmamanız gerek. Bir anda birilerine yumruğu yapıştırır ya da dirseği çakabilirdi.

Scalabrine: Ama o iyi durumdaydı. İnsanların onun ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu fark ettiklerini sanmıyorum. Birkaç tane double-double akşamı vardı sanırım. Epey katkısı oldu.

Brewer: Yaşlıydı ama hâlâ yetenekliydi. Çok fazla maçta oynamadı. Ama ismi söylendiğinde, biri sakatsa ya da faul problemindeyse, çıkar ve işini yapardı. Buna saygı duymalısınız. Bu yüzden ona OG diyorlar.

Gibson: Kurt Thomas sağlamdı. Onunla oynamayı severdim. Çok şey öğrendim ondan. Herkes çok şey öğrendi. Beraber dışarı çıkabileceğiniz, eğlenebileceğiniz, ertesi gün idmana çıkınca en yaşlı oyuncu olmasına rağmen en çok çalışan oyuncu olan tipte bir veterandı. Bazı maçlarda eli sıcak olurdu. Tam da ona ihtiyacımız olduğunda.

Brewer: Thibs maçtan sonraki gün video izleme konusunda ihtimam gösteren biriydi. Ya da maçtan sonra yardımcı koçlardan biriyle hemen video izleyip analiz yapma konusunda. Bu görüntüleri izleyip son dakikalarda ilk 5 oyuncularının yerine bazı yedeklerin olduğunu görmek gururlandırıyordu.




CHICAGO'NUN ÇOCUĞU DERRICK ROSE


O sezonda Bulls'un iş bitiricisi Rose'du. Hücum onun üzerinden dönüyordu ve kritik anlarda gerekeni yapıyordu.

Rose'un üçüncü sezonuydu bu. Yılın Çaylağı seçildiği 2008-09 ve 20 sayı ortalamayla oynadığı 2009-10 sezonlarını geride bırakmış ve umut vaad eden bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştı. 2010-11 onun en iyi sezonu olacaktı. 25 sayı, 4.1 ribaund, 7.7 asist ve 1 top çalma ortalamalrı tutturmuştu. Sadece bir maç kaçırıp ortalama 37.4 dakika sahada kalmıştı. Sezon sonunda 22 yaşındaki Rose, tarihin en genç MVP'si seçilmişti.

Brewer: Kariyerim boyunca, en iyi olmayı bu kadar isteyen ve en iyi olmak için bu kadar çok çalışan bir oyuncunun yanında bulunmadım.

Scalabrine: Garnett, Pierce, Kidd, Kenyon Martin ve başka bir sürü iyi oyuncuyla oynadım. Sanırım Rose birlikte oynadığım en iyi oyuncu. Top 10'a girebileceğini düşünüyordum, hattâ belki Rushmore Dağı adayı. Sakatlıktan önce onu bu kadar yüksekte görüyordum.

Paxson: Çok genç olsa da çok kendine hastı, büyük bir oyuncu olmaya kararlıydı. Ve bunu sessiz-sedasız yaptı, canlandırıcı bir yolla. Derrick konuşmayı ve övünmeyi seven biri değil. O dönemlerde size kendisini anlatacağına sahaya çıkıp yaptıklarıyla kendisini gösteren biriydi. Böyle biriydi o. Bu şekilde kendisini rahat hissediyordu. Takım arkadaşları da karakterine saygı duyuyordu.

Gibson: Rekabetçilik açısından bir köpek gibiydi. Bizim salona gelen her guardın üstüne gideceğini söylerdi. Bu konuda hiç ara vermezdi. Meşhur bir guard şehre gelir, mutlaka onu zorlayıp oyunu domine eder. Savunması sağlamdı. "Sana sayı attırmayacağım" mentalitesiyle sahaya çıkardı ve bunu her maçta gösterirdi. Görürsünüz, bazı oyuncular bazı takımlara karşı maça çıkmaz, dinlenir. Onda böyle bir şey yoktu. O sezon hiçbir şekilde saldırmaktan vazgeçmedi. Bize hep şöyle derdi: "Onun üstüne gideceğim. Bu herifin üstüne gideceğim. Benim üstümden sayı atamayacak." Onların çoğu şimdiki jenerasyonun öncü oyuncuları. Çılgınca bir şeydi. Çılgınca.

Brewer: Şöyle şakalar yapıp onu iteklerdik: "Hey, D-Rose, ısınırken duyduk ki Russell Westbrook seninle oynamak konusunda sabırsızlanıyormuş." Veya Rajon Rondo. Veya Damian Lillard. Kim olursa. Belki Steph Curry. Ya da "Baksana, John Wall herhalde John Calipari'nin çalıştığı en iyi oyuncu" falan derdik. Aralarından sıyrılıp sıyrılıp giderdi. Nasıl reaksiyon verdiğini görmek -- konuşarak değil, çünkü o kadar konuşmazdı. Pek konuşkan birisi değildi. Ama onun yaptıklarını, ne kadar yürekten oynadığını görmek ve büyük bir oyuncu olma yolunda ayrıntılara dikkat etmesine şahit olmak olağanüstü bir şeydi.

Deng: Drafttan önce Jerry Reinsdorf'la buluşmamızı hatırlıyorum, kimi seçmemiz gerektiğini sormuştu. O zaman ilk sıra bizdeydi ve kimi seçip seçmememiz gerektiğine dair bir sürü muhabbet dönüyordu. "Valla Michael Beasley çok iyi oyuncu, ama Derrick gibisi pek gelmez." İlk sıra sizde. Her şey elinizde. Ben Derrick'i seçme yanlısıydım. Sanırım diğerleri de. Takım sahibi beni bunun için çağırınca gerçekten takımın bir parçası gibi hissetmiştim. Rose'u seçtiğimizde çok sevinmiştim, böyle bir guard seçtiğimiz için memnundum. Hazırlık kampında da izledikten sonra onun gerçekten özel bir oyuncu olduğunu söyleyebilirdim... "Böyle bir şey görmedim" demiştim o zaman.

Paxson: Derrick daha ilk sezonundan özel şeyler yapacağını belli etmişti. Kalitesini zaferlere kanalize edecek kararlılığa sahipti.

Scalabrine: Önceki yıl onu durduramadıkları zamanlar hariç maç sonlarında iyiydi. Fakat şimdi birdenbire, normalde takımlar maçın son 4 dakikasında iki isabet ve bir serbest atış bulurken, Derrick Rose zıvanadan çıkardı çünkü durdurulamaz vaziyetteydi. Ama önceki yıldan çok farklı mıydı bilmiyorum. Maç sonları için mitolojik bir figür hâline gelmişti.

Collison: Bir oyun planı olduğunu sanmıyorum. Olay sadece "Eğer o yapacağını yaparsa, diğerlerini durdurmayı deneyin"den ibaretti. Çok çabuktu. Şimdi yaptığı gibi savunmalara zorluk çıkarıyordu. Aşırı atletikti.

Scalabrine: Büyük bir oyuncuyla oynama fırsatı yakalıyorsunuz.



3 Mayıs 2011'de Rose, normal sezon MVP'si seçildi. 

Takım arkadaşlarına, yönetime, takım sahibine, menajeri B.J. Armstrong'a ve ailesine teşekkür etti. Söz annesine gelince Rose neredeyse çöktü. Kimsenin beklemediği bir andı. Rose kamuoyunun gözü önünde hiç bu şekilde duygularına teslim olmamıştı. Çok sessiz ve kendi hâlinde bir adamdı. Ama bu 4 küsur dakikada insanlar, takım arkadaşlarının Derrick Rose dediği kişiyi tanıma fırsatı buldu.

Brewer: İnsanlar Derrick'i kabuğundan çıkartıp onun gerçekten kim olduğunu taraftara göstermek için çok çaba sarf ettiler çünkü o çok sessiz biri ve çok görünmek istemiyor. Bütün ilginin kendisinin üstünde olmasını istemiyor. Ama onu tanıyıp etrafında zaman geçirince ne kadar dışa dönük olduğuna şahit olursunuz. Gülerken ve şaka yaparken görebilirsiniz.

Gibson: Eğer onu tanımıyorsanız, o sizi tanımıyorsa, takım arkadaşı değilseniz veya onunla herhangi bir alakanız yoksa sessizdir. Konuşmaz.

Deng: Ne zaman Derrick'e bir şey yaptırırsanız o özel bir şeydir, çünkü onu kabuğundan çıkarmış olursunuz.

Brewer: Çünkü o öyle biriydi ve sessizdi. Onu yaptığımız şeylerden uzak tutuyor değildik. O her şeyin ortasındaydı. Öyle zamanlarda kabuğundan çıkar ve gerçek Derrick Rose'u, karakterini ve kim olduğunu görebilirdiniz. Bence bu yüzden Rose'la beraber oynayan birçok kişi gerçekten ona saygı duyup takdir ediyor çünkü onun saha içi ve saha dışında gerçekten nasıl biri olduğunu biliyorlar.

Thibodeau: Derrick'le ilgili en güzel şey, mütevaziliğiydi. Sahada üstünlük kurardı ama takım arkadaşları iyi oynadığında da mutlu olurdu.

Gibson: O zamanlar pek fazla konuşmazdı. Yani ne zaman bir şey söylese, gerçekten onu kastettiğini anlardınız.

Brewer: Duygusal bir konuşma olacağından haberim yoktu.

Gibson: Yürekten geliyordu. Hakikati söylüyordu. Olumsuz bir şeyi olumlu şekilde sunmuyordu. O gerçekten öyleydi.

Brewer: D. Rose tanıyabileceğiniz en iyi adamdır. Tam bir fenomen. Onunla aynı takımda olmak bir lütuftu. Eriştiği her şeyi hak ediyordu. Şehir için çok uğraştı. Chicago Bulls için oynarken bu ödülü kazandıktan sonra yaşadıkları ve düşüşü oldukça üzücü.




"ÇEK ŞU TOPU JO"

Joakim Noah'ın çekingenlik gibi bir sorunu yoktu. O takımın en renkli karakteriydi ve sessiz-sakin Rose'un tam zıttı bir kişilik olarak kendisini gösterdi.

İlk 5 pivotu olarak Noah savunma, enerji, sertlik ve liderlik sunuyordu. Ayrıca özgüven, kimseden korkmamak ve herkese karşı mücadeleye hazır olmak gibi şeyler de katıyordu. 

Bulls sezon başlamadan önce Noah ile 5 yıl-60 milyon dolarlık bir kontrat imzalamıştı. Ama sağ elindeki bağ sakatlığı ona engel oldu. Aralık ortasından Şubat ayına kadar forma giyemedi ve 34 maç kaçırdı. Ama o saha dışında insanlarla olan iletişimi sayesinde bir elçi görevi taşıdı; tutkusu ve mücadelesiyle Chicago şehrinin cisimleşmiş hâli oldu.

Wade: Chicago zorlu bir şehir, o da zorlu bir oyuncu. Sahada her şeyini veriyor. Sıfır ego. Oraya çıkıyor ve yüreğini koyuyor. Burası böyle bir şehir. Sıkı herifleri severler. O smaçları ve diğer şeyleri görüyorlar. Bu çok güzel. Ama her akşam onun ne yapabileceğini biliyorlar -- terinin son damlasına dek savaşıp her şeyini vereceğini biliyorlar ve bunun için onu daima sevecekler.

Henüz Memphis Grizzlies'le kontrat imzalamayan Noah, 29 Ekim'de Bulls'un Golden State Warriors'la oynadığı ve 149-124 yenildiği maçtaydı. Ama Noah'ın bir ara maç durduğu anda dev ekranda görünmesi taraftarı hareketlendirdi ve neredeyse hakemler maçı durduruyordu.

Noah: Ne zamandır oraya gelmemiştim. Chicago ikinci evim gibi ve organizasyondan gördüğüm sevgi, böyle bir karşılama kendimi özel hissettiriyor. Görüntümü ekrandan vermeleri ve taraftardan gelen reaksiyon çok özel, çünkü ben burada elimden gelen her şeyi yaptım. Bir şampiyonluk kazanamasak da Chicago bu takıma saygı duydu çünkü biz sonuna dek mücadele ettik.

Haslem: En üst düzeyde bir rekabetçi. Her ribaund pozisyonunda onu engellediğinizden emin olmalısınız. Harika bir defansif direnç yaratıyor. Bir güç oluşturuyor. Takım arkadaşlarını da işe dahil ediyor. Onlara sahip çıkıyor. Enerji ve tutkuyla oynuyor.

Deng: Herkes Jo ile takılmayı sever, çünkü o sevgi dolu ve tasasız biri. Beraber dışarı çıkarsınız, yemek yersiniz, tüm hesabı o öder. Öyle bir adam.

Billy Donovan (Oklahoma City Thunder koçu; Noah'nın üniversiteden koçu): Tam bir kazanan. Soyunma odasındaki hâlini hayal edebiliyorum. Kazanmak için ne gerektiğini bilir. Zerre bencillik taşımaz. Tamamen kazanmaya odaklı. Bunun için gereken fedakarlık seviyesinin farkında. Harika bir takım arkadaşı. Takımınızda olmasını isteyeceğiniz birisi. Bencil değil. Her akşam enerji katar. Takım arkadaşlarını kollar. Onları teşvik eder. Eksiksiz bir takım oyuncusu.

Noah'ın inanılmaz bir sözle destekleme yöntemi vardı. O sezon bunlardan en iyisi, Doğu Konferansı Finalleri'nde Miami'ye yenildikleri bir maçın ardından gelmişti. Soyunma odasında verdiği maç sonu demecinde Noah, kendisine inanarak ve hiç tereddüt etmeden LeBron, Wade ve Heat'i "Onlar Hollywood'dan çıkmış gibi" diyerek yaftalamıştı. Sonradan Craig Sager bu sözlerle alakalı bahis açınca Noah geri adım atmamış ve gözlerini ona dikerek şöyle demişti: "Evet, aynen öyle."

Boozer: Joakim işte. O bizim Dennis Rodman'ımız gibiydi. O bizim, rakibin derisinin altına nüfuz etmeye çalışan parçasıydı. Ben buraya gelmeden önce, Utah'tayken, Cleveland hakkında yumuşak bir sesle "İnsanlar tatile çıkacakları zaman, hiç Cleveland'da tatil yapmaktan bahsetmiyor. Kim burada olmak ister ki?" dediği bir röportajı izlemiştim. Bunu komik bulsam da, ben orada oynadım ve Cleveland taraftarları fenadır. Orada güzel zamanlarım oldu. İyi vakit geçirmiştim. Bunu duyduktan sonra "Bu, savaşa gideceğiniz türden bir adam" demiştim. Trash talk yapan, ama sonra da bunun arkasında duran tipte bir adam. Her şeyini verir -- yalnızca maçta değil, idmanda da. Jo tamamen kendine has biri. Onda hippi havası var. Ama sahaya çıktığında aslan olur.




YÜKSELİŞ


Bulls ilk 17 maçından 9-8'lik bir dereceyle çıktı, henüz özel bir sezon geçireceklerine dair işaretler bulunmuyordu. Aralık ayına üst üste farklı yenilgilerle başladılar: İçerde Orlando'ya karşı 29, Boston'a dışarda 12 sayılık mağlubiyetler. Ama bu aynı zamanda sezon için kırılma ânıydı. 

Bu iki kaybın ardından Chicago arka arkaya 7 maç kazandı. Sezonun geri kalanında yalnızca iki kez üst üste yenildiler ve iki maçtan fazla yenilgi serileri olmadı. O sezon sadece 5 kez çift haneli rakamlarla yenildiler ve galibiyetlerinde ortalama 7.3 farka ulaştılar -- bu konuda Spurs'ün ardından lig ikincisiydiler. 

İç sahada 36-5'lik bir dereceye imza attılar, dokuzunu üst üste kazandılar ve sezonu son 32 maçın 28'ini kazanarak bitirdiler. 

Scalabrine: Derrick iyi durumdaydı. Ama diğer seviyeye çıkmamıştı. Ve sonra kontrolü ele aldı. Roller oturdu. Bence Thibodeau --çünkü ilk koçluk deneyimiydi-- zamanla neyin işe yaradığını ve yaramadığını değerlendirip belirlemeye başladı. Sonra bana şans vermemeye başladı ve çıkışa geçmeye başladık. İlk 6 maçta falan oynadım ve maçların yarısını kazanmıştık. Beni kenara çekti ve her şey düzelmeye başladı.

Gibson: Magic maçından dersler çıkarmıştık. Eğer ilerleyip Orlando, Boston ve Miami gibi takımlarla oynayacaksak kendimizi gösterip iz bırakmamız gerektiğine dair stresliydik. Orlando çok iyiydi. Önceki sezon bizi takım hâlinde küçük düşürmüşlerdi.

Deng: Sezonun gidişatını ne değiştirdi, emin değilim. Thibs'in yapmaya çalıştığı şeyler zamanla oturuyordu. Çünkü en başta, bunları herkes anlamamıştı. Herkes aynı açıdan bakmıyordu. Kazandıkça ve galibiyet serileri gelmeye başladıkça, birbirimize olan güvenimiz de arttı.

Brewer: Çok üstümüze düştü. Thibs her zaman kendimizi sorumlu tutmamızı sağladı. Yani onun etrafındaysanız, ligin en kötü takımlarından birinde olduğunuzu düşünürsünüz. Joakim şöyle derdi: "Kendini çok yüksekte görme, yoksa oyun seni yola getirir."

Deng: Puan durumuna bakar, durumumuzu görürdük. Her maçta playoff'a biraz daha yaklaşıyorduk.

Brewer: Maçları kazanıyorduk ama sanki playoff'a kapak atmaya çalışan bir takım gibi davranıyorduk. İyi bir takım olduğumuzun farkındaydık. Kazandığımızın bilincindeydik. Ama bu durum, hazırlıklarımızı değiştirmedi. Bu da olayı daha eğlenceli hâle getirdi. Şöyle bakıyorduk: "Evet, beş maç, altı maç, yedi maç üst üste kazandık. Ama bunun hiçbir anlamı yok. En iyi oyunumuzu sahaya koymazsak ligin en kötü takımına da mağlup olabiliriz." Bu yaklaşım, o sezonu ve bu oyuncu grubunu özel kıldı.



HOLLYWOOD TAKIMI


Bulls ilk turda 37 galibiyetle playofflar'a girmiş olan Pacers'ı beş maçta sepetledi. İlk üç maçın hepsini kazanmışlardı ve rakiplerini seri boyunca ortalama 90.2 sayıda tutmuşlardı. İkinci turda çıkıştaki Atlanta Hawks'ı altı maçta geçtiler. Onları maç başına 85.7 sayıda tuttular, 2. ve 6. maçlarda yalnızca 73 sayıya izin verdiler.

Böylece Doğu Finali'nde Miami Heat ile buluştular. Normal sezondaki üç maçı da Chicago kazanmış, bu maçları toplam 8 sayı farkla almışlardı. Chicago taraftarlarının Miami'nin kurulma şekli ve onların üç yıldızına olan tavırlarıyla birlikte rekabet yoğundu. O sezon Bulls'un çıkışa geçmesiyle ortaya gerçek bir rekabet çıkmıştı. Her normal sezon maçı bir zafer olarak görülmüştü.

Bulls seriye iyi başladı -- içerde 21 sayı farkla kazanıp onları 82'de tuttular. Ama bu tek galibiyetleri oldu. İkinci maçı Miami, son çeyrekteki etkili savunmasıyla 85-75 kazandı. James 29 sayı-10 ribaund, Wade ise 24 sayı-9 ribaundla oynamıştı. Ayrıca James maçın kritik anlarında Rose'u savunmuştu, özellikle de son çeyrekte. Heat ikisi içerde, biri deplasmanda üst üste üç maç daha kazandı ve NBA Finalleri'ne doğru yol aldı.

Donovan: Playoff zamanı Miami'ye gittim ve Joakim'i izledim. Gençlerdi. Çok sert bir takımdı o. Takıma destek veren oyuncular vardı, bir de kendileri direkt etki yaratan oyuncular vardı. O takım büyük heyecan yaratmıştı ve uzun süre boyunca iyi bir takım olarak tanınıp ciddiye alınacaklardı.

Gibson: İlk maçı kazandık -- onları dağıtmıştık.

Paxson: Uzun zamandır bu konuda düşünmemiştim ama evet, Konferans Finalleri'ne çıkmış ve ilk maçı almıştık. Aklınızdan geçiriyorsunuz: "NBA Finalleri'ne üç maç uzaktayız." Malum, beceremedik. LeBron'a karşı arka arkaya dört maç verdik. Hayal kırıklığına uğramıştık. Ama zaman içinde ufak değişiklikler yaparak, Derrick'in etrafındaki yapı ile uzun süre boyunca iyi bir takım olarak kalmak için hazırlanmıştık.

Gibson: İkinci maçta bir ara öne geçmiştik, maçın tek pozisyona geldiği zamanlar vardı. Son dakikalarda pota altında kolay isabetleri kaçırdık.

7.16 kala Gibson'ın isabetiyle skor 73-73 oldu. Ama sonrasında Bulls 12-2'lik bir seri yedi -- tek isabetleri yine Gibson'dan, 2.29 kala geldi. James ve Wade gerekeni yapmıştı. Gibson o çeyrekte Bulls'un attığı 10 sayının 8'ine imza atmıştı. Ama o seride en çok, ilk maçta Wade'in üstünden vurduğu smaçla hatırlanacaktı.

Wade: Zamanla playofflar'da ilerledik ve Konferans Finalleri'nin ilk maçında bizi ezdiler. Onları durdurmalı ve şunu anlamalıydık: "Bakın, bu adamların şakası yok. Onları elemenin tek yolu, onlarla savaşmak." Ve savaştık da. İlk maçta sanırım bizden 20 ribaund falan daha fazla çekmişlerdi. Toparlanıp bu konuda kontrolü ele aldık ve serinin gidişatı değişti.

Paxson: Bizi bitiren şey, hücumumuzdaki bazı kritik noktalardı -- bir de LeBron'un büyüklüğü. Çünkü o maçları kazanma şansı elimize geçmişti, ama Derrick'i LeBron'la tuttular. Onun fiziği, Derrick'in yapabileceği şeyleri kısıtladı ki bu da takımı çok etkiledi. Bunların kritik mahiyette olduğunu hatırlıyorum.

Korver: Elbette geri dönüp bakarak neyi daha iyi yapabileceğimize bakabiliriz. Ama biz çok iyi bir takım olan Miami'yle oynadık. Sonra finalde Dallas'a kaybettiler. İkinci maçta şutları girdi, ki o maçta bir ara öndeydik. Sonra da LeBron ve Wade her şeyi soktular -- sol turnikeler, zor şutlar... Onlar daha önce de bu seviyede oynamış adamlar. Bu anları daha önce de görmüşler.

Brewer: Çok yetenekli adamlar; bu da işinizi zorlaştırıyor. Ama aynı zamanda bu, içine girdiğiniz rekabeti ve mücadelenin değerini de gösteriyor. Ve bunu hiçbir şeye değişmem. Gerçekten çok zevk aldım. İstediğimiz gibi sonuçlanmadı. Ama gerçekten çok hoşuma gitti. Çok güzel hatıralar kaldı o seriden. LeBron harika. Wade muazzam. Kazandıkları her şeyi hak ediyorlar. İşler farklı olsun isterdim tabii, çünkü uzun süredir başarıdan uzak kalan Chicago şehri için bir şampiyonluk kazanmayı çok istemiştik. Ama her şeyimizi verdik. Bizden daha iyi ve daha yetenekli bir takıma kaybettik.

Wade: Sanırım, son tahlilde, biz biraz daha yetenekli kaldık. Onları 5 maçta elesek de bu kolay olmadı. Bizi zorladılar. Ama biz daha yetenekli olan takımdık. Oynadığımız herhangi bir takım kadar serttiler.

Gibson: Çok yakın bir seriydi.

Haslem: Bu adamlar her an maça asılmamızı sağladı -- onları yenmemiz için gereken fiziksel ve zihinsel her açıdan.

Deng: Bilirsiniz, o sene gerçekten şampiyon olabiliriz gibi hissettik.

Gibson: Düşünecek olursak, Miami sonradan finalde Dallas'a kaybetti ve biz o sezon Dallas'ı yenmiştik.

Paxson: Özel bir şeylere yakın olduğumuzu ve Finaller'den yalnızca üç maç uzak olduğumuzu düşünmemek çok zor. Ki o zamanlar en iyi form düzeyimizdeydik.

Haslem: Hiç bilemezsiniz. Bize açıkça meydan okudular. Bizi zorladılar. Onların sayesinde ne kadar iyi olduğumuzu anladık. Eğer onlar bizi böylesine zorlamasa, ne tür bir takım olurduk bilemiyorum. Bizi her oynadığımızda zora soktular.





SONRASI


Wade: Sonraki sezon Rose'un sakatlanması onlar için talihsizlik oldu. Oyunu seven biri olarak bu takımın Doğu Konferansı'ndaki iddiasına devam etmesini ve yine Konferans Finalleri'nde bizimle oynamalarını ve ne yapabileceklerini görmeyi isterdim.

Korver: Yeni kurulan, genç ve deneyimsiz bir takımın, normal sezonda ne yapmış olursa olsun, playofflar'da böyle ilerleyip şampiyonluğu zorlamasını görmek pek nadir rastlanır bir şeydir. Böyle zamanlarda tecrübe kazanırsınız Takım olarak böyle zor zamanlardan geçmeniz gerekir ve bu daha bizim ilk denememizdi.

Boozer: Özel bir sezondu. O şekilde ilerlemeye devam edersek, Heat'e kaybetme tecrübesiyle birlikte, sağlıklı kalırsak Finaller'e ulaşabileceğimizi hissetmiştik. O seride toplar çemberden içeri girse ne olurdu, o zaman görürdük işte.

Paxson: Oraya ulaşmak çok zor. Yol boyunca biraz şans da yanınızda olmalı. Ama biz ilerlerken çok iyi hazırlanıyorduk ve doğru kararlar da vermiştik. Bu ayrıca bir organizasyonun ne kadar kırılgan olabileceğini de gösteriyor. Kazanmaya yakın olduğunuzu hissedince dramatik bir olay başınıza geliyor ve yönünüz değişiveriyor.

Derrick'i seçme konusunda şanslıydık. Ama yaptığımız diğer bazı seçimlerle birlikte --Luol'u takımda tutmak, Joakim'i seçmek vs.-- sürdürülebilir bir yapı kurduğumuzu ve zirveye, özel bir şeylere yaklaştığımızı hissetmiştim. Ve maalesef, sonraki sezonda Derrick sakatlandı. Sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Gibson: Eğlenceliydi. Şehir yeni sezon için coşkulu ve heyecanlıydı.

O yaz lokavta gidildi ve bu, takımların antrenman vakitlerinin kısalmasına mal oldu. Bundan önce Bulls, draftta 30. sıradan, Marquette mezunu Jimmy Butler'ı seçti. Butler savunma yapmayı sevdiğini söylüyordu. Ama yeni takım arkadaşlarının aksine, yaz boyunca Berto Center'a gelip idman yapmadı ve bu, dakikalarının yavaş yavaş artmasına sebep oldu. Lokavt ve gelir kaybını telafi etme çabasının sonucunda 66 maçlık bir fikstür açıklandı ama bu, antrenman ve dinlenme saatlerinin iyice kısıtlanmasına sebep oldu. Rose sakatlıklardan şikayet etmeye başlamıştı, 66 maçın 39'unda oynadı. Bulls, ilk idman esnasında takas edilen Bogans haricinde aynı yapıyı korumuştu. Tecrübeli guard Richard Hamilton'ı kadroya eklediler ve bir kez daha ligi en iyi dereceyle --50-16-- bitirdiler. Bir kez daha Miami'yi zorlayacak gibi görünüyorlardı. Ama playoff'un ilk maçında Philadelphia'ya karşı kolayca kazanılan maçta Rose'un sol diz bağlarını koparmasıyla her şey değişti. Sezonun bitmesiyle benç tayfası dağıtıldı ve Rose için bitmeyen bekleyiş başladı. Rose'un yıldızı sönmüştü ve Rose, Bulls ve Chicago kenti arasındaki mükemmel ilişki, bir daha eskisi gibi olmayacaktı.

Korver: Bir pişmanlığımız var mı? Sanırım grup olarak beklenenden daha başarılı olduk. Terimizin son damlasına kadar oynadık. Ne varsa ortaya koyduk. Sanırım sezon bittiğinde herkes bitip tükenmişti. Harika bir sezondu. Şampiyonluk yolunda Miami'yi elemek için gereken tecrübeye sahip değildik yalnızca.

Gibson: Doğu Finalleri'nde elenmemizden sonrasını hatırlıyorum. Yemeğe para vermedim. Her yerde bedavaya yiyordum. Chicago'nun tadını çıkarıyordum. Haftada dört kere falan Gibson's'a gidiyordum. Hep oradaydım. Şimdi bile tüm garsonlar beni tanır. Şefleri falan hep bilirdim. Şort ve terliklerle oraya giderdim. Orada yaşıyor gibiydim.

Deng: O yüzüğe sahip olmayı isterdim -- şehir için bir şampiyonluk. Ama dürüst olmak gerekirse, dönüp baktığınızda her işte bir hayır var. Gerçekten her şeyimizi verdiğimize inanıyorum. Eminim "Şu şöyle olsaydı, bunu böyle yapsaydınız" türünden cümleler kuranlar olacaktır. Ama her şeyin bir sebebi var. Tanrı bizi diğer şeylerle kutsasın. Ama eğer bir şampiyonluk kazansaydık, muhteşem olurdu. Yapamadık. Ama o gruptan herkesin iyi kariyerleri oldu.

Noah: Tüm yaz Taj'la beraber çalıştık.

Deng: Hâlâ görüşürüz.

Noah: Anlamanız gereken şu: Bu adamlarla soyunma odasında çok fazla vakit geçiriyorsunuz ve onları ailenizden fazla görüyorsunuz. New York'ta çok şey yaşadım ve kendime güvenimi kaybettim. Oynamaya devam eder miyim, bilmiyordum. Hayatınızda Taj gibi bir adam var; yaz boyu birlikte çalıştık. Bu, neşemi yerine getirdi çünkü eskileri hatırlamıştım. Her gün onunla bir arada olmak, onun ne kadar motive olduğunu görmek -- ki düşünün, aynı yaştayız. Her gün salonda olmak, çalışmak, beni kendime getirdi. Yeniden forma girdim. Olay bundan ibaret. Mesele o sezondan daha büyük. Neredeyse 10 yıl geçmiş ve burada bambaşka problemlerle uğraşıyorum. Kardeşim burada bana destek veriyor ve sıkıntılarımın üstesinden gelmeye çalışıyorum. Olay bundan ibaret.

Boozer: Biz bir kardeşler takımıydık, bugün hâlâ görüşüyoruz. Hâlâ bir arada olmayı, beraber oynuyor olmayı diliyoruz.





(Orijinali için şuradan, ama maalesef paralı. The Athletic'ten. Göktuğ'a teşekkürler.)

Yorumlar