The Last Dance'ten Sonrası: 1998-99 Bulls'un Sözlü Tarihi


Sekiz sezonda altı şampiyonluktan sonra Chicago Bulls hanedanı, 1998 yazında sona ermiş. Phil Jackson, Michael Jordan, Dennis Rodman, Steve Kerr, Jud Buechler ve Luc Longley takımdan ayrılmıştı. Yalnızca altı oyuncu takımda kalmıştı. 62 galibiyetlik derece normal sezonun en iyi derecesine imza attıktan ve üçüncü arka arkaya şampiyonluğun ardından Bulls, 1998-99 sezonunda sadece (ligin en kötü üçüncü derecesi olan) 13 galibiyet alabildi. Böylece 1969-70 Boston Celtics'ten sonra, şampiyonluk üstüne playoff göremeyen, tarihteki ikinci takım oldu. İşte 'The Last Dance'ten sonra yaşananlar. 

Dickey Simpkins (Bulls forveti, 1994-2000): O yaz, dönüşümün başladığını görebiliyorduk. Takımda kalan tecrübeli oyuncular olarak bunu benimsemeliydik. Başımızda üniversite basketbolundan gelen yeni bir koç olacaktı ve kadroda birçok genç oyuncu bulunacağını biliyorduk. Yeniden yapılanmanın başladığını biliyorduk. Şampiyonluk adayı bir takımdan böylesine keskin bir değişim sürecine girmek zordu.

John Jackson (Chicago Sun-Times, Bulls yazarı 1994-99): Genel menajer Jerry Krause takımı dağıtmaya hazırdı ve o noktada takım sahibi Jerry Reinsdorf kalmalarını istemiyordu çünkü 1997-98'de toplam 61.3 milyon maaş ödeniyordu ve de devam etmeye karar verirlerse bu rakam 80 milyona çıkacaktı. Şampiyonluklar yaşamak Reinsdorf için önemliydi fakat verdikleri son eldeki geliri düşününce, kârlı sezonlardan biri değildi bu. 1998-99 muhtemelen en çok kâr ettikleri sezonlardan biri olacak çünkü 28.6 milyon maaş ödeyeceklerdi ve gelirler aşağı-yukarı aynı kalacaktı. Yani Reinsdorf takımı dağıtma kararına karşı değildi.

Jud Buechler (Bulls forveti, 1994-1998): Eğer bir şampiyonsanız, geri dönme hakkına sahip olduğunuzu ve dönüp bir kere daha kazanmayı deneyebileceğinizi hissedersiniz. Birisi sizi zirveden indirmedikçe daha fazla kazanmaya devam etmek istersiniz. Geri dönüp bakınca bizi oradan indirmeden devam edemeyecek olmamız hayal kırıklığı vericiydi.

Scott Burrell (Bulls forveti, 1997-98): Hepimiz yen, kontrat istemiştik. Eminim insanlar Chicago'da kalmak isterdi. Bay Reinsdorf'un takımı dağıtma konusunda yapacağı çok şey vardı tabii. Herkes Jerry Krause'u eleştiriyor fakat Reinsdorf'un da büyük rolü var. Yani, George Steinbrenner'ı yedi finalde beş kez şampiyon olduktan sonra Yankees'i dağıtırken göremezsiniz. Takımı yenilemek için birkaç kişi getirirler; asla takımı dağıtmazlar.

Sam Smith (Chicago Tribune köşe yazarı, 1987-2008): Bu tam anlamıyla sondu; önceki sefer gibi değildi. O zaman Scottie Pippen ve Horace Grant, Phil Jackson'la kalmıştı. 1998-99'un kötü bir sezon olacağından emindik.

Rusty LaRue (Bulls guardı, 1997-2000): Birçok muamma vardı. Kampa geldik, yeni bir sistem var, yeni oyuncular, kısa bir kamp ve üniversite sisteminden gelen, NBA'de hiç çalışmamış bir koç. Günden güne bakınca, rekabet beklentisi anlamında tamamen farklı bir his vardı.

Corey Benjamin (Bulls guardı, 1998-2001): Bize 'Baby Bulls' diyorlardı. Michael, Scottie, Dennis ve Phil'i kaybetmiştik fakat hâlâ 'son şampiyon'duk. Ben daima Bulls'ta oynamak ve Michael Jordan gibi olmak istemiştim, o yüzden beni draft etmeleriyle rüyam gerçek olmuştu.

Kent McDill (Daily Herald'ın Bulls yazarı 1988-1999; altı şampiyonlukta da takımı takip eden tek gazeteci): Sezona girerken beklenti yoktu. Bulls'un herhangi bir şey başaracağını düşünmek için sebep yoktu. Belki bazı insanlar playoff umudunu sürdürmüş olabilir. Ama diğer yandan, takım için hiç beklenti bulunmuyordu.

Kornel David (Bulls forveti, 1998-2000): Herkes büyük isimlerin ayrıldığını biliyordu, yani beklentiler düşüktü. İnsanlar daha çok "Bu takım ne yapabilir?" diye merak ediyordu.

1998 yazında başlayan lokavt, 1998-99 sezonunun Şubat ayında başlamasına sebep oldu ve normal sezonda yalnızca 50 maç oynandı.

Kent McDill: 1998-99 sezonuna girerken durum şuydu: Şampiyon takım dağıtılmış, hoca gönderilmiş, yıldız oyuncular kaybedilmiş, sezona 4 ay geç başlanmış, 50 maç oynanacak, takımın başında NBA deneyimi olmayan bir koç var ve kadronun çoğu aşırı genç.

John Jackson: Oyuncular için zor bir durumdu -- özellikle genç bir kadro olmaları sebebiyle. Sezon başlarken idman yapmak için neredeyse zaman yoktu. Normal bir NBA sezonunda sağlam çalışacağınız birkaç gün olur; bu 50 maçlık sezonda neredeyse idman yapmaya vakit yoktu.

Corey Benjamin: Çok zordu. Kamp çok hızlı geçti. Üçgen hücum uyguluyorduk yine; ben üniversiteden geliyorum ve bunu öğrenmek için 200 sayfalık bir kitap verdiler. Çok az bir zamanda 200 sayfayı öğrenmek zorundaydık. Bizim için zordu. Her hafta 'back-to-back' maçlar vardı ve biz son şampiyonduk. Noel günü bize maç verdiler ve hâlâ maçlarımızı ulusal kanallar veriyordu.

Sıkışmış program yüzünden Bulls o sezon 14 kez 'back-to-back', 2 kez de 'back-to-back-to-back' oynadı.

Kornel David: Hazırlık süreci kısa sürmüştü, birçok 'back-to-back' vardı ve Tim Floyd yeni koçumuzdu. Sistem hâlâ aynı olsa da (yine üçgen oynuyorduk), birçok oyuncudan sistemde yeni bir rol üstlenmesi isteniyordu ve artık MJ, Scottie ve Dennis gibi sorumluluk üstlenecek oyuncular yoktu. Büyük baskı vardı. Sezonu zorlaştıran birçok faktör vardı.

Sam Smith: Tim Floyd o kadar iyi bir hoca değildi. NBA koçu olmayı kendisine hedef olarak berlirlemişti ve Krause ile yıllardır açıkça bu konuda görüşüyordu -- konuşuyorlardı, idmanlara gidiyordu vs. Karakteriyle alakalı olarak basketbol dünyasında pek arkadaşı yoktu ve anlaşılır şekilde, onu kucaklayanlara yöneldi. Tim, şu eski 'The Candidate' filminde işi almayı planlayan Robert Redford gibiydi ve son sahnede onun oynadığı karakter şöyle diyordu: "Şimdi ne yapacağız?" Tim bir NBA hocası olarak cazibe, ün ve parayı elde etmişti ama aslında NBA'den nefret ediyordu. Hiç NBA izlemediği belliydi ve lige girdiğinde bile hâlâ sürekli üniversite maçlarından söz ediyordu. Liseden NBA'e geçiş çağında Krause'un gençleri hazırlama konusundaki teorisi doğruydu ve bu doğrultuda bir üniversite koçu istersiniz. Sadece yanlış koçu seçmişti.

Dickey Simpkins: Tim, çaylak bir NBA hocası için en zor işlerden birini almıştı. Şampiyonluktan sonra geliyor, tarihin en iyi oyuncusu ve arihin en iyi hocasını kaybeden, tarihin en iyi takımını devralıyor! Bu şekilde gelmek hiç insaflıca değildi. Michael Jackson'ın ardından sahneye çıkmaya benziyor. Ama yeni gelen birisiniz, bunu insanların sizi kabul etmesini istediğiniz ve patron olduğunuzu kabul etmeleri için yapıyorsunuz. Ama onun süperyıldız gibi davranması gerektiğini hissettim. Bence iyi iş çıkardı. Mütevazı biriydi; egosunu belli etmiyordu.


John Jackson: İmkansız bir görev üstlenmişti. Tim Floyd'u çok severdim. Onunla basketbol haricinde çok fazla konuştuk. İyi bir koç, zeki bir adam, iyi bir insandı. Ama Phil Jackson'ın arkasından gelmek gibi talihsiz bir durumdaydı. Elinizde All-Star'lardan kurulu bir kadro olsa bile Phil'in yerini doldurmak yeterince zordur. Peki ya bunu genç ve daha az yetenekli bir takımla yapmak? Böyle bir konumda kimse iyi görünemez.

Kent McDill: Phil tam bir stratejistti ve Tim'de bunu göremedim. Jerry'nin Tim'de ne görüp de bu hamleyi yaptığını hâlen tam olarak anlamış değilim -- Tim'in Jerry'ye karşı kibar olması ve birlikte balığa çıkmaları hariç, ki bu Jerry için önemlidir. NBA'de hiç çalışmamış bir üniversite koçunu son sekiz yılda altı şampiyonluk kazanmış bir kulübe getirmek ve kadronun o şekilde dağılmasıyla, herhangi bir şey başarmak mümkün değildi. Tim'in bu göreve hazırlıklı olmaması durumu daha beter yaptı. Ama bu kötü bir durumdu ve kim daha iyi iş çıkarırdı bilmiyorum. Phil bile bu takımla ne yapabilirdi, emin değilim.

Kornel David: Herhangi bir şey başarmak için omuzlarında çok fazla yük vardı. Elinde sürekli bir tomar kağıt vardı ve onları kıvırıp dururdu. Gergin görünüyordu.

Rusty LaRue: Eminim "Keşke yerimde kalsaydım" dediği günler olmuştur, çünkü muhtemelen öyle daha kolay olurdu.

Kornel David: Bence eğer daha daha az tecrübeli oyuncunun olduğu, daha az baskının hissedildiği daha genç bir takımla işler daha iyi olabilirdi -- belki başka bir yerde. Chicago'da beklenti büyüktü, bu onu baskı altına aldı.

Corey Benjamin: Tim'in yapabileceği tek şey, gençlere bir şeyler öğretmekti, çünkü Ron Harper'a bir şey öğretemezdi. Ron 13 yıldır ligde olan bir adam ve tam tersine Ron ona neyin nasıl yapacağını anlatır. Tecrübeli oyuncuların bir saygısızlığı olmadı ama Tim bizim için bir çaylak oyuncu gibiydi.
 
Kent McDill: Tim şehrin gece hayatına dalmıştı. Chicago'da 'The Lodge' adında çok popülr bir mekan vardır. Eğer geceleri dışarı çıkan biriyseniz, Tim'i hep orada bulurdunuz. Sezonun başlarında bir maçta hakeme bağırdığı için atılmıştı ve maç bitmeden önce biri bana orada olduğunu söyledi. "İlginç" diye düşünmüştüm. Takımı takip eden muhabirler her maçtan önce hocayla buluşur. Bir ay sonra falan, maç öncesi buluşmada ofisinde ayakları dikmiş oturuyordu ve beni düşündüren bir şey söyledi: "Bu akşam atılacak." Buluşmadan sonra başka bir muhabire dönüp bunun kendisi olduğu tahmininde bulundum. Ve o akşam atıldı! Normalde böyle tahminler yapmayı sevmem, sadece garip bir histi. Olay parti planına döndü ve yine o akşam 'The Lodge'da güzel bir akşam geçirdi. Sonra bu bir kez daha oldu. İç saha maçında her atıldığında orada bitiyordu. Üçüncü kez atıldığında hepimiz birbirimize bakıp "Özel bir şey içiyor olmalılar" dedik.

John Jackson: Birkaç kez Tim'le orada oturdum [gülüyor].

Corey Benjamin: Tim'in takım üzerinde tam kontrol sahibi olabildiğini sanmıyorum. Phil bunu yapardı. Sanki Tim'e ne yapacağı söyleniyor gibiydi. Herkese hakim değildi. Harika biri, ama bu süreçte kendisi olabildiğini sanmıyorum.

Kent McDill: Çok garipti çünkü Tim, Jerry Krause'un adamıydı ve gerçekten kim yetkiliydi, anlamak epey zordu... O sezon Jerry daha fazla ortalarda geziniyordu, yüzünde hep bir sırıtmayla.

Josh Jackson: Krause şampiyonluklardan sonraki yeniden yapılanma sürecine kendisinin ne kadar değerli olduğunu kanıtlama fırsatı olarak bakıyordu... Krause işi yerinde görmek isteyen bir adamdı; birçok deplasmana gelir, takım uçağı ya da otobüsünde bulunurdu. O sene sürekli etraftaydı. Dürüst olmak gerekirse, bunun sebebi etrafta kendisiyle dalga geçecek Jordan veya Pippen'ın olmamasıydı.

Corey Benjamin: Jerry'nin işleri kontrol altında tutmak istediğine inanıyorum. Hanedan yıllarında bu yoktu. Michael ve diğer yıldızlar olmadan Jerry bunu yapabilirdi.

Dicky Simpkins: Jerry kesinlikle takımın daha fazla etrafındaydı. Bunu yeni draft edilen çocuklar için bir zorlama olarak görüyordum. Hep bir ama bu işin bir parçası işte. Performansımıza etkisi olduğunu sanmıyorum.

Corey Benjamin: Genel menajer etraftaysa rahat hissedemezsiniz. Hep omzunuzun arkasından bakıyor olursunuz. Nihayetinde koça rapor verirsiniz, ama şimdi şöyle düşünürsünüz: "Tamam, güzel, koçun patronu da burada demek." Bizim için Jerry'nin sürekli ortalarda olması rahatsız ediciydi -- otobüste bizimle, uçakta bizimle, idmanda etrafta dolanır. Liderin Tim olması gerekiyordu. Ama bana kalırsa, Jerry kontrol sahibi olmak istiyordu ve oldu da. Ama seçmeniz gerekli: Kazanmak peşinde misiniz, kontrol mü?

Kornel David: Sezonun ilk maçını hatırlıyorum: Salt Lake City'de Utah'a karşı.Dizilmiş, milli marşı dinlerken karşıma baktım: Karl Malone, Jeff Hornacek, John Stockton -- neredeyse önceki sezon finalde Bulls'la oynayan takımın aynısı. "Aman tanrım, geçen sene kenarda izlediğim adamlara karşı şimdi mücadele mi edeceğim?" İlk maçımdı, o yüzden o an çok gerilmiştim.

Corey Benjamin: Sezonun ilk yarısı boyunca her şey harikaydı! Polis eskortu eşliğinde geziyorduk, çünkü hâlâ o takımdık. Benim gibi 20 yaşında bir genç için inanılmaz bir durumdu. Nereye gitsek polis ve korumalar etrafımızda, ama sonra maç kazanamadığımız için birden bunlar duruyor [gülüyor]. Pek kazanamadık o sene.

Rusty LaRue: Kaybetmek berbat bir şey. Kazanamadığınız zaman 50 maç çok uzun bir süre. Mesele sadece 'back-to-back' ve 'back-to-back-to-back'ler değil, ortada yıllardır Bulls'a yenilmenin öcünü almak isteyen takımlar var. Orlando'dan 47 sayı mı ne yedik! Takımlar "Esas oğlanlar gitti, darbe alma sırası sizde" diye bakıyorlardı.

Corey Benjamin: Tecrübeli takımlarla oynardık, bizi yenerlerdi ve "Yıllardır bizi yendiniz, şimdi boğazınıza sarılacağız" derlerdi. Daha çocuktuk, 20 yaşında bir sürü genç -- ama yılların intikamını alıyorlardı. Öfkelerini bize yöneltiyorlardı.




Kornel David: Malum, takım pek iyi değildi; aslında kötüydü, evet. Açık ara en iyi oyuncumuz Toni Kukoc'tu. Olağanüstü bir oyuncuydu. Daha Bulls'a gelmeden önce bile en sevdiğim oyuncuydu ve o sezon inanılmazdı. Ron Harper hâlâ takımdaydı ama kariyerinin son dönemlerini yaşıyordu ve sakatlanmıştı --  eskisi gibi değildi yani.

Dickey Simpkins: Toni ligdeki en değeri bilinmeyen tamamlayıcı oyuncuydu ve kariyerinin bu döneminde takımın liderine dönüşmüştü. İnanılmaz bir yetenek, inanılmaz bir oyuncuydu ve saha dışında da inanılmaz bir takım arkadaşıydı.

John Jackson: Kukoc en skorer oyuncuydu ve soyunma odasında da iyi, sağlam bir adamdı. Ama öne çıkıp dizginleri ele alacak birisi değildi. Serbest oyuncu olarak gelen Brent Barry onun haricinde lider karakteri gösteren biriydi. Ama genel olarak güçlü bir liderlik yoktu.

Sam Smith: Bulls o yaz serbest oyuncu pazarından tek bir önemli hamle yapmıştı, o da Brent Barry'ydi. Jerry Krause, mesela Dan Majerle gibi belli oyunculara aşık olur ve hep onlar hakkında konuşurdu -- bu da Jordan'a karşı oynarken onlara pek yardımcı olmazdı. Brent de onlardan biriydi ama takımın çoktan pes etmesine sebep olan bu amatörce yönetim yüzünden çok fena hevesi kaçmıştı.

Rusty LaRue: Takımda ligdeki gelecekleri için savaşan birçok kişi vardı; kendisini kanıtlamış pek fazla kişi yoktu. Birçoğumuz --ben, Corey Benjamin, Corey Carr-- olan biteni çözmeye çalışan tecrübesiz oyunculardık. Ve yeni bir koçla bu iş zordu. 

Dickey Simpkins: O kadar çok kaybetmek zordu ama taraftarın anlayışla karşılaması harikaydı.

Kornel David: Hanedan sonrasında 2.5 yıl tamamen dolu bir salonda oynadık. United Center her akşam çakılıydı. 

Sam Smith: Taraftar genellikle anlayışlı davranıyordu ve son yıllardaki başarıdan dolayı bir minnettarlık durumu vardı. Şampiyonluk yıllarında Bulls maçlarına bilet bulamazdınız, o yüzden geri kalan insanlar United Center'a gelme fırsatı kolluyorlardı.

John Jackson: Geçmiş sekiz sezon sebebiyle taraftarlar mümkün olduğunca olumluydu -- Jordan'ın oynamadığı 1.5 sezonda bile. Chicago Stadyumu'nda yer bulmak zordu ve sonra United Center'a geçince orası için de aynısı geçerli oldu. O sezon hâlâ her maç tamamen dolu tribünlere oynanıyordu ve kalabalık hep coşkuluydu. Şampiyonluk yıllarında Bulls'u bizzat izleme şansı bulamayan insanlar nihayet içeri girebilmişti ve bu sayede atmosfer önceki sekiz yıldaki gibi hareketliydi. Bilet açısından ne kadar zorlandıklarını düşünürsek, herkes sürpriz biçimde pozitifti.

Corey Benjamin: Taraftarlar kaybetmeye alışık değildi, o yüzden bazen yuhalanırdık. 7-8 yıldır Bulls'un hiç yenilmediği takımlara yeniliyorduk.

Kent McDill: Bu takımı bir grup NBA uzmanına göstersen ve bu oyuncuların kimlerin yerini doldurduklarını bilmeseler, sonuç yine utanç verici olurdu. O takımda kimin sayı bulması gerekiyordu mesela? Dikkate değer iş çıkaracakları hiçbir alan yoktu; rezaletti. 'Utanç'tan başka bir kelime bulamıyorum bu durumu açıklamak için. 1998-99 sezonunun o kadar başarısız sonuçlanmasında birçok faktör vardı. 

10 Nisan 1999'da Miami Heat, Bulls'u 82-49 yendi. Bu, şut saati uygulaması geldiğinden bu yana NBA tarihinde bir takımın kaydettiği en düşük sayıydı.

Corey Benjamin: Salonun çok soğuk olduğunu hatırlıyorum. Hiçbir şeyi düzeltemeyecek gibiydik. Pat Riley takımını durdurmamıştı; bizi tartaklıyorlardı adeta. Isınamamıştım; kimse ısınamamıştı. Zeminde buz mu vardı, ne vardı bilmiyorum ama çok soğuktu. Yerin dibindeydik adeta. Aşırı utanç vericiydi. Çocuk gibi oynuyorlardı bizimle. Ağzımıza sıçmışlardı. Tecrübeli oyuncular arkamızda olmak için oradalardı ama bu onlar için de çok zordu. Son sezonlarıydı ya da son sezonlarına yaklaşmışlardı. Emekliliklerine karar vermişlerdi bile, kafaca bırakmışlardı.

Sam Smith: Uyumsuz ve yetersiz bir takımdı. NBA takımlarına karşı oynayan bir G League takımı gibiydiler. Miami, Alonzo Mourning ve PJ Brown gibi pota altı oyuncularıyla iyi durumdaydı. Bulls o bölgede sıfırdı. Brent Barry o zamana kadar oyundan çıkardı. Öyle daha çok maç olmamasına şaşırmıştım. Alelacele oynanan 50 maç ile, alışılmadık bir sezondu. Ciddiye almak zorlaşıyordu.  

Kornel David: Korkunçtu. Korkunç [iç çekiyor]. O sezonun dip noktası olabilir. Ama sadece o maç değil. O şekilde birçok maç vardı -- 49 sayı fark olmamıştı tabii ama, birçok berbat maç ve berbat yenilgi tatmıştık. Takım düşüşteyken, herkes ön plana çıkmaya çalışır. Birçok oyuncu o durumda "En azından neler yapabileceğimi gösterebilirim" diye düşünüyordu. Böyle düşünen bir sürü oyuncu vardı, özellikle de çaylaklar ve kimi tecrübeliler. Beraber oynayabilen bir takım değildik. Kötüydü.

Kent McDill: İşkence maçtan önce başlıyordu. Ama ne tür bir hoca takımın durumunu görüp de devre arasında değişikliklere gitmez? Tüm sezon utanç vericiydi. Lokavt sayesinde normalden kısa sürmesiyle işkence daha kısa sürmüş oldu.

Dickey Simpkins: Umarım birileri rekoru kırar böylece o takım olarak bilinmekten kurtuluruz [gülüyor].

Rusty LaRue: O maçtan aklımda kalan pek bir şey yok, çünkü muhtemelen onları hafızamdan blokladım. Unutmaya çalıştım.

Kent McDill: Birçok insan bana sorar: "Tüm o başarılı yılların ardından şimdi bu takımı takip etmek nasıl bir şey?" Bu tip çok soru gelirdi. Açıkçası, Bulls'un 1998'de ortaya koyduğu performanstan sonra çökmesi gerekmiş gibi geliyordu.  

Dicky Simpkins: Sezon bittiğinde rahatlamıştık. Sanki okul değişmişsin de, orada ilk yıl bitmiş gibi. İnişler ve çıkışlar yaşıyorsun --yeni okula alışma çabalarından geçiyorsun, yeni öğrenciler, yeni öğretmenler-- sonra "Oh be! Sonunda bitti!" diyorsun. 



Sonraki birkaç yaz boyunca Krause ve Bulls serbest kalan yıldız oyuncuları şehre çekmeye çalıştı ama pek şansları yoktu. Bunun yerine Krause zaman içinde Elton Brand, Ron Artest, Marcus Fizer ve Eddy Curry gibi oyuncuları seçerek draft üstünden yapılanmaya devam etti.

Dickey Simpkins: O 50 maçlık sezonda Jerry iki büyük yıldız almak için maaş boşluğu yaratmıştı. Basından duyduğum ve tesislerin orada duyduklarım kadarıyla yazın iki serbest oyuncu almayı deneyecekti. 

Corey Benjamin: Ben Arn Tellem'la çalışıyordum ve onunla çalışan birçok yıldız oyuncu vardı. Bulls serbest oyuncu pazarına dalmıştı. Buraya geldiklerinde Tracy McGrady, Tim Thomas ve Jermaine O'Neal'a eşlik ettim. Orada kişisel olarak bulunuyordum çünkü hepimizi aynı menajer temsil ediyordu. Jerry Krause'un bana "Eğer onlara imza attırırsan kontratını uzatırım" demişti. Tim Dunca'ın geldiğini hatırlamıyorum ama onu istediğimizi biliyorum. Ama diğer takımlar kadar para önermemiştik. Tracy ve Jermaine'in bana "Bunlar fındık-fıstık öneriyor" demişti. O oyunculara maksimum kontrat değil de, daha ufak çaplı kontrat verme peşindelerdi.

Kent McDill: Mantıklı geliyor. Bulls organizasyonu --Krause da olsa, Reinsdorf da-- başarılı bir kulüpte oynamanın herhangi bir yerde yüksek maaş almaktan iyi olduğu düşüncesine dayanarak bir Chicago Bulls üyesi olmak için normalden düşük maaş almanız gerektiğini savunuyordu. Kimse, ama kimse bunu kabul etmez. 

John Jackson: En çok üstünde konuştukları, en çok istedikleri oyuncular onlardı. Ama serbest oyuncu piyasası planları istedikleri gibi gitmedi, drafttan da bir süperyıldız bulamayınca yeniden yapılanmayı tamamlayamadılar ve playoff için ciddi bir aday olamadılar.

Kent McDill: Grant Hill'e niyetlendiklerini hatırlıyorum -- onlar açısından çok mantıklıydı çünkü düzgün bir karaktere ihtiyaçları vardı ve Hill de belki o dönemde bu konuda ligdeki en örnek oyuncuydu. O zaman şöyle bir şey duymuştum: Kimse gelip de o --ki 20 yıl sonra inanılmaz şekilde hâlâ bunu duyuyoruz-- 6 şampiyonluk kazanan takımın ardılı olmak istemiyormuş. Sadece Michael Jordan'ın arkasından gelmeyeceksiniz, bir hanedanı da takip edeceksiniz. Bulls'a davet cazip bir teklif değildi çünkü kimse gelmek istemiyordu.

Dickey Simpkins: Jerry'nin üniversiteden takım arkadaşım Austin Croshere'le konuştuğunu biliyorum. Austin'le anlaşmaya çalıştı ama Austin sonunda Indiana'yla büyük bir anlaşma yaptı. Providence'de birlikte oynadığımızdan bu yana onunla samimiyizdir.

Kent McDill: Bazı oyuncuları alabilirlerdi --ki sonunda aldılar-- ama bir 'A grubu oyuncular' vardır, bir de 'B grubu oyuncular.' Onlar bir sürü 'B grubu' oyuncusu aldılar. Uyumlu bir kadro yaratma girişimi yoktu; yalnızca boşluk dolduruyorlardı. Krause'un üstündeki baskı onu tekrar şampiyonluk seviyesinde bir takım yaratma yolunda kötü kararlar vermeye itti. 

'The Last Dance' yayınlanmaya başlandığından bu yana, "Eğer o takım dağılmasaydı dokuz yılda yedinci şampiyonluğa ulaşır mıydı?" şeklinde tartışmalar yaşandı. Takımı takip eden medya mensupları o devrin bittiğini söylerken, oyuncular kazanacaklarına inanıyor.

Sam Smith: Yine kazanırlar mıydı? Hayır. Çünkü şöyle derler: "Eğer o binadan düşmeseydi, hayatta olurdu." Pippen takımdan soğumuştu; ki zaten sezonun yarısında oynamamıştı. Rodman kontrolden çıkıyordu ve Los Angeles'a gidince de aynı kalmıştı. Phil bir yıllık ara için hazırlanıyordu. Michael, belgeselde Ahmad Rashad'a söylerken görüldüğü gibi, tükenmişti. Pippen 1997-98 sezonundan sonra sırt ameliyatı geçirmişti ve eskisi gibi olamazdı. Ayrıca sezon başlamadan önce bir puro kesiciyle şut attığını elini yaralamıştı ve topu uzun süre tutamıyor, şut atarken sorun yaşıyordu. Bu şartlarda, herhangi bir sezon hazırlığı olmadan geri dönmesi, mirasını nasıl etkilerdi? İlaveten, Luc Longley, Steve Kerr ve Jud Buechler gibi yedek oyuncular başka takımlardan uzun süreli kontratlar almışlardı ve eminim bu takımlar şimdi pişmandı -- Bulls için bu teklifleri karşılamanın manası yoktu. Bu "Bir yıl daha" olayı anlamsız. Bir ergenin, vaktiyle onu terk eden kız arkadaşını düşlemesi gibi. Bırakın abi.

Kent McDill: Onları durduracak tek şey Michael'ın motivasyonu olurdu. Ama Michael'ın (belgeselde bahsetmediği) motive olma sebeplerinden biri 6 rakamıydı. Altı yüzük, çok fazla yüzük demektir. İkinci üçlemeye erişme fikri, herkesi 1997-98 sezonu sonuna odaklamıştı.

John Jackson: İnsanların fark etmediği bir şey, Jordan'ın karar vermek için yaza kadar beklememesiydi; kararını Finaller bittikten hemen sonra vermişti. Bence fiziken ve mental olarak tükenmişti -- o noktada bir nefes almaya ihtiyacı olduğunu biliyordu. 

Dickey Simpkins: 1997-98 sezonu boyunca, son kez bir arada oynadığımızı biliyorduk. Phil'in yaklaşımı mental açıdan sakin olmak, ânı yakalamak, son sezonun değerini bilmemiz ve bu süreci yönlendirmemiz üstüneydi. Yakınınız olan birini kaybetmekle kıyaslamak istemiyorum, ama bu, bazı aşamalardan geçmek gibiydi ve biliyorsunuz, bir noktada bitecekti; ama âniden olmamıştı. Bunu sindirmek için vaktimiz vardı. Herkesin kalmasını ister miydim? Evet, tabii. Bir şampiyonluk daha kazanır mıydık? Evet. Buna inanıyorum, özellikle 50 maçlık bir sezonda. O grupla bir yıl daha geçirmek isterdim.

Corey Benjamin: Evet, kalsalar yine kazanırdık! Bu çocuk oyuncağı olurdu, hele de kısaltılmış sezonda. Standart bir normal sezonda bile çocuk oyuncağı olurdu! Kimsenin onlara dokunamayacağı bir noktadalardı. O takımın hiçbir eksiği yoktu. Yüzde yüz eminim ki, yine şampiyon olurduk ve Vegas tahmin oranları da size böyle söyleyecektir. 

Jordan'ın ayrıldıktan sonra Bulls forması giymeye en çok yaklaştığı an, 1999'un Kasım ayında Corey Benjamin'e bir ders vermek üzere takım tesisi olan Berto Center'a dönüşündeydi.

Corey Benjamin: Randy Brown, Ron Harper ve Dickey Simpkins; Michael'ın yakın arkadaşlarıydı. Onunla sürekli telefonda konuşurlardı ve Michael'ın her zaman söyleyecek bir şeyleri oldu. MJ'in bana bir şeyler dediği, ardından benim de "Seni yenebilirim" dediğim bir an vardı. Onu birebirde yenebileceğimi söylüyordum. Neyse, odur budur derken, iki ay falan atıştık. Ron gaz veriyordu: "Seni yenebileceğini söylüyor Mike! Seni tepelermiş!" Bir gün Mike, Ron'a Atlanta'daki maçımıza geleceğini söylemiş ve bana "Seni görmeye geliyorum" dedi. Soyunma odasındayken televizyonda MJ'in salona girdiğini gördük, nereye geleceğini biliyordum. Ron ve Randy ile otururken MJ içeri girdi. Doğrudan bana gelip "Ne dedin sen?" dedi. Düşünün, bu adam çocukluk kahramanım. Kalktım ve "Bence seni yenebilirim" dedim. Şöyle cevap verdi: Birkaç gün içinde idmanınıza geleceğim ve yapabilecek misin göreceğiz."

Rusty LaRue: Kafamı iki yana salladım. Herkes onunla oynama şansı bulana dek onu yeneceğini düşünür. Corey iyi bir adamdı ve iyi bir oyuncuydu.  Gerçekten onu yenme şansının olduğunu düşündü mü, yoksa sadece ona karşı oynamak mı istedi, bilmiyorum.  

Corey Benjamin: Chicago'ya geri döndük, idman vakti geldi. Bir yandan çekiniyor, bir yandan da "Yaa, yok; sırf benimle maç yapmaya Chicago'ya mı gelir" diyordum. İdmanın ardından sahadan çıkarken, MJ tesislerden içeri girdi. "Sana bir şans vereceğim" dedi. Bir basketbol oyuncusu olarak herkesin önünde onunla birebir yapmak, hissettiğim en güzel şeydi. Skor 11-9'du, onu söyleyeyim. Ama herkes 11-0, 11-1 ya da 11-2 olduğunu söylüyor. Hızlıca 7-0 yaptı ama afallamıştım: Ömrümde böyle bir şey görmemiştim. Fakat maç 11-9 bitmişti ve oynadığım en iyi birebir maçtı. Hayalim gerçek olmuştu.

Kornel David: MJ geldi ve ona dersini verdi. Corey çok iyi bir fiziğe sahipti; inanılmaz atletik yetenekleri vardı. Ama bu MJ! Maçın Youtube'da videosu var! Kesin izleyin. Ertesi gün Chicago Tribune, MJ'in tüm sayılarını gösteren iki sayfa ayırmıştı. İnanılmazdı [gülüyor]. 

Rusty LaRue: O maçı hatırlıyorum; tabii ki Mike gerekeni yapmıştı [gülüyor].

Jordan maç boyunca trash-talk yapmıştı.

Jordan bir ara "Etrafına bak" dedi, salondaki şampiyonluk flamalarını göstererek. "Etrafında ne görüyorsun? Bunlarla hiçbir ilgin yok!"

Maçı bitiren sayıyı attıktan sonra Jordan ona bir tane şaplak atıp bağırdı: "Otur yerine!" Gülerek ekledi: "Beni bir daha buraya getirtme." 



(Orijinali için şuradan.)

Yorumlar