Sözlü Tarih: 80'lerin En Kötü Takımı Clippers



Bugünlerde Los Angeles Clippers gayet iyi durumda. Piyasa değerleri 2 milyar dolar, playoff'un gediklisi oldular ve şu ırkçı takim sahiplerinden de kurtuldular. Clippers'ın profesyonel sporlardaki en utanç verici kulüp olmadığı yeni bir döneme girmesiyle birlikte, eski kötü günlere bakmak ve o günleri yaşayanlarla konuşmak için doğru bir zaman gibi görünüyor.


NBA'deki en kötü kulüpte oynamak hakkında


Marques Johnson (forvet, 1984-87): Sizi yıpratan ve şehrin ortak yatırımla kurulmuş takımında oynuyormuşsunuz gibi hissettiren sürekli bir şaka ve yorum yağmuru söz konusuydu.

Norm Nixon (oyun kurucu, 1983-89): O zamanlar kimse o takımda oynamak istemiyordu. Yetenek seviyesi yerlerdeydi. Bilirsiniz, çok zordu.

James Donaldson (pivot, 1983-85): San Diego'daki Sports Arena'da, neredeyse boş bir salona oynuyorduk -- Lakers ya da Celtics şehre gelene kadar. Arada bir 5000 kişiye oynardık. Ve bu da, arkanıza evsahibi desteği almaya çalışırken pek yeterli bir kalabalık değildir. Bu yüzden Los Angeles'a taşınmanın, nihayet iyiye gitmek için bir fırsat olacağını hissettik. İşte oradaydık ve Lakers'la eşit durumda olacağımızı düşündük. Ve kendi taraftar kitlelerine sahiptiler; biz de kendi kitlemize sahiptik, bilirsiniz, iki takım da aynı şehri temsil ediyordu, iki takım da en üst seviyede rekabet ediyordu, ancak sonraki 10-20 yıl boyunca böyle olmayacaktı.  

Johnson: Don Chaney -- iyi adam, iyi koç, çalışkan biri. Bizi takım toplantısı için çağırmıştı, çünkü bir mağlubiyet serisindeydik. Esip gürlüyordu: "Bakın, yapmamız gereken bir iş var. Eğer burada olmak istemiyorsanız bunu şimdi söyleyin de sizi takımdan sepetleyelim." Ve beni kaptan yaptı. İkimiz de Lousiana'dandık, onu pek severdim. Beni "Lütfen buradan gitmeme izin verin" demekten alıkoyan tek şey buydu. Beni kaptanlığa getirince ona "Don, lütfen. Bırak buradan gideyim" demeyi çok istedim. Ama kendisine olan saygımdan ve herkesin içinde küçük düşürmek istemediğimden bunları söylemedim. Ona "Lütfen hocam, beni buradan gönderin" demenin çekiciliği çok fazlaydı.

Bo Kimble (guard, 1990-92): Clippers'taki en kötü ânımı anlatacağım -- bunu kimse bilmiyor: 10-15 kez intiharın eşiğine geldim. Üst sıradan seçilen ve takımdaki iyi skorer ve şutörlerden biriydim ve 22 maçın 15'ini kaybediyorduk, 11 milyon para alıyordum fakat sahaya adımımı bile atamıyordum. NBA'e para için girmedim, oyunu sevdiğim için girdim. O yüzden bu, geride bıraktığıma sevindiğim bir şey. 

Johnson: Arabam çalınmıştı. Sports Arena'nın yakınındaki karakola gidip durumu bildirdim. Oradaki memur bana bakıp şöyle söyledi: "Marques Johnson, seni ve geri kalan tüm Clippers'ı bir basketbol takımı taklidi yapmaktan tutukluyorum."

Junior Bridgeman (forvet, 1984-86): Koçlar için zordu, oyuncular için zordu ve sessizce bir yerlere ulaşmayı ümit eden insanlar vardı. Bilirsiniz işte, bunların hepsi, kazanmaya çalışmak için elverişsiz bir durum oluşturuyordu. Kötü bir ortam. 

Gary Grant (guard, 1988-95): [Clippers'tan ayrılmak] bir rahatlama getiriyordu. "Tamam, peki. İşte böyle olması gerekiyor."

Johnson: Başka bir sefer, Crenshaw Lisesi'nde formamı asarlarken biri çıkıp benim şehirde Lakers ve Crenshaw'dan sonra en iyi üçüncü takımda oynadığımı söyledi. Habire bunları duyuyordunuz ve siz de gülüyordunuz.

Nixon: Takımın nasıl yönetildiğine dair farklı şeylerle ilgili söylentileri duyuyordunuz. Ve bir takıma katılana dek, o takım hakkında bilgi sahibi olamazsınız. Bir idman maçı için Orange County'ye gitmiştik. Salona girdim, içeride 300 kişi falan vardı. Abarttım. Belki 2000 kişi filan. Şampiyonluğa oynayan bir takımdan gelmiştim ve içimden "Bu zor olacak..." demiştim.

Donaldson: Orası, en iyi dönemini geride bırakmış birçok oyuncu için bir sürgün yeriydi ve takımdaki hemen hemen kimse orada olmaktan memnun değildi. Olmak istediğiniz bir yer değildi.

Johnson: Robin Harris'in çıktığı Comedy Act Theater denen yere gitmiştim ve sanırım D.L. Hughley, takım hakkında bir sürü şaka yaptı ve hiçbirinde övgüden eser yoktu. Dışınızdan gülüyordunuz ama içinizden bunları duydukça kahroluyordunuz. Özellikle Milwaukee gibi, 4-5 yıl grup şampiyonluğu yaşadığınız bir takımdan geliyorsanız. Doğu Konferansı'nın dominant ekiplerinden biriydik. 

Harvey Catchings (forvet, 1984-85): O zamanlar koç Jim Lynam'dı. İyi bir hocaydı. Onunla ilişkimizden keyif almıştım. Her zaman sizi kontrol ediyor gibi hissediyordunuz. Ortamdaki atmosfer bu şekildeydi. 

Nixon: Ligdeki herkesin eskiden Clippers'ta oynamışlığı vardı.

Johnson: Kıyametin yaklaştığına dair sabit bir his vardı. Bilirsiniz, Murphy Kanunları. Bir şeyin yanlış gitme ihtimali varsa, öyle olur. Demokles'in kılıcı her zaman tepemizdeydi.





Takımın nasıl yönetildiği hakkında


Bridgeman: Bunun bir işlevsizlik olduğunu söyleyemem. Kendimizi gösterebilecek durumda değildik ve takımda birlik-beraberlik yoktu. Kazanma havası yoktu ortalıkta. Daha çok kelepir basketbol havası vardı. Bakalım işleri ligdeki diğer herkesten daha ucuza yapabilecek miydik?

Donaldson: Oyuncular bir süre sonra döner kapı hâline geldi. Clippers'la geçirdiğim üç yıldan sonra Dallas Mavericks'e takas edildiğimde, ben ve takım arkadaşlarım arasındaki şaka, "Öldüm ve cennete gittim" şeklindeydi. Çünkü başıma gelebilecek en iyi şey, ölüp cennete gitmemdi. Dallas Mavericks'in benim gibi iri bir pivota ihtiyacı vardı. Gelecek yıllar boyunca iddialı olacak, hakiki bir playoff adayı takım için uygun parçalardan biriydim. 

Nixon: Kazanan bir takım oluşturmaya çalışan bir organizasyon görüyorsunuz. Her sene kadroda 2-3 tecrübeli oyuncu ve toplam 9-10 farklı oyuncu olurdu. Her sene. Farklı koç, farklı oyuncular. Bu kadar oyuncu değiştirirseniz asla kazanan bir takım kuramazsınız. Bu takımın her zaman iyi para kazandığını düşünüyorum, çünkü takıma pek para harcanmazdı.

Johnson: Hazırlık kampımız Cal Poly Pomona'daydı. Ucuz denebilecek bir yerde kalıyorduk. Yani oyuncuları önemsedikleri, birinci sınıf bir yer gibi değildi. Sanırım bu da sahada gösterilen efora yansıyordu. Ve sakatlıklar. Clipper laneti, yılan tarafından ısırılma gibi muhabbetler duyuyorsunuz. İlk idman günümde, kampın ilk gününde, ilk harekette, uzanıp topu çelmem gereken bir çeşit ikiye-bir yaparken yardımcı koça bunu bildiğimi ve bunun tehlikeli bir hareket olduğunu söyledim. O ise "Bu, reaksiyon için harika bir hareket" dedi. Bir sonraki tekrarda parmağımı kırdım -- sağ elimin serçe parmağı. Acı içinde oturmak zorunda kaldım ve hemen arkamdaki Derek Smith de sol elini kırdı. Aynı hareket. Sanırım o, sol serçe parmağını kırmıştı. Ben tarak kemiğimi kırdım.

Swen Nater (pivot, 1977-1983): Bir ortaokulda idman yapardık. Yahudi Dayanışma Derneği'ndeki yarım sahada idman yapardık.

Bridgeman: L.A.'e taşındığımızda, ilk yıl kalıcı bir idman sahası bulmaya çalıştık ama Lakers'tan önce ya da sonra, Loyola Üniversitesi'nde idman yaptık. Başka bazı yerlerde de çalıştık. L.A.'de bu pek sorun olmuyordu, çünkü elbet çalışacak bir yer buluyordunuz.

Johnson: Kazanmayı, başarıyı ve pozitif olmayı desteklemeyen bir atmosfer vardı; ve bu yukarıdan aşağıya yayılan bir şey olduğunu düşünmeye meyilliydim. South Central'ın ortasındaki Weingart YMCA'da idman yapıyorduk. Bilirsiniz, normalden 3 metre daha kısadır. Bir pota 2.50-2.75 arası bir şeydi. Biri 2.80 falandı. Kısa potalar! Yeni bir tesisti, o yüzden çok bir şey diyemem. Mesele, tesisin bulunduğu yerdi. Aramızda oradan korkacak kişiler vardı. South Central'ın göbeğindeydik. Vermont ve Century Bulvarı. Tekrar söylüyorum, yönetimin sahip olduğu bakış açısından emin değilim: Olay yalnızca ucuz bir yer tutmak mı, yoksa halkla yakın ilişki kurma çabaları mı. Ama Lakers'ın tesisleri ve Jerry Buss'ın özel uçağı hakkında bir şeyler duyduğunuzda pek de hoş olmuyordu tabii.

Kimble: Oyuna olan sevgim en önemli şeydi ve bunu hayatımda ilk kez benden aldılar; olay benim için oyundan işe dönüştü. Ama şunu tekrarlayayım, 10 yıl boyunca meselenin bu tarafını anlamayacak kadar naiftim.

Catchings: Lig çevrelerinin mutabık olduğu konu, bu organizasyonun oyuncular tarafından pek de saygı görmediği yönündeydi.

Bridgeman: Masrafların karşılanması gibi basit konularda tartışma çıkardı, seyahatin nasıl yapılacağı gibi basit konularda da. Ben Milwaukee'deyken, birini görmek için seyahat etmeniz gerektiğinde sizin için araba kiralıyorlardı. Clippers'ta ise bu yoktu. Hep böyle ufak-tefek mevzular. Bunların hepsini toplarsanız, ortaya bir organizasyonun karakteri çıkar. 

Johnson: 1982 yılında uyuşturucu bağımlılığım için rehabilitasyona girdiğimi öğrendiklerinde, kontratımı feshetmek istediler. L.A. Times, 1983'te rehabilitasyona girdiğimden bahseden bir yazı yayımladı ama aslında bir yıl önceydi. Bunu yazan muhabir, bu haber sayesinde bir ödül kazanmıştı. Bu bir yıllık hatayı hep komik bulmuşumdur. 

Catchings: Hiç böyle bir şey görmemiştim. Bazı oyuncular CBA'den, bazıları da yarı profesyonel liglerden gelmişti. Onlarla uyum sağlamak muhtemelen zor olmazdı. Çünkü "Vay be, otobüslerle seyahat ediyoruz" durumundaydılar. O zamanlar tarifeli uçuşlarla uçuyorduk tabii. Ama biliyorsunuz, oynadığımız diğer takımlarda hep bir düzen hissi vardı. Clippers'tayken, seni orada istedikleri duygusu hiç yoktu. Size o tip bir yaklaşımda bulunulmuyordu. 

Nater: Hiç para harcanmıyordu. Durum bu olunca, oyunculardan da verim alamazdınız.

Bridgeman: Diğer şehirlerdeki diğer takımlarda, eşler ve kız arkadaşlar, trafik sebebiyle partnerleriyle birlikte maça erken giderlerdi. Ve vaktinde orada olurlardı. Takımın ayrı bir yere sahip olması gerektiğinden bahsettik, en azından maç başlayana kadar duracakları bir yer olurdu. Böylece Clippers bir bölgeyi, içine oyun masası koyup ayırmıştı. Loca buydu. İnsanların moralini daha fazla bozacak, Mickey Mouse tarzı şeyler.

Johnson: 20 Kasım 1986'da boynumdan sakatlandım. Bunun ardından kulüp bana maaşımın hepsini vermemeye başladı; bana ödeme yapmayı bıraktılar ama yine de maçlara gelmemi istediler. Ben de "Ödeme yapmazsanız maçlara gelmem" dedim. Sonra bana ceza verdiler. O arada da, oynama ihtimalim için ülkenin her yanından medikal görüşler alıyorum. Doktorlar bana spinal füzyona ihtiyacım olduğunu, aksi takdirde sahaya çıkmamam gerektiğini söyledi. Bırakmalıydım.

Bir tarafta böyle manyakça şeyler olurken, diğer yandan sahaya çıkıp oynamaya ve odaklanmaya çalışmalısın. Bu şartlarda imkansızdı. 

Çok net hatırlıyorum: Cedric Maxwell, ki çok komik adamdır -- Batı'daki son playoff hakkı için Sacramento Kings'i yakalamaya çalışıyorduk, bunun için de 33-34 galibiyet gerekiyordu. Biz 30-31 galibiyet civarındayken, 3-4 maç kalmıştı ve fikstür de uygundu. Soyunma odasındaydık, şöyle dedim: "Max, eğer kalan 5 maçın 4'ünü alırsak başaracağız." Dönüp bana şöyle cevap verdi: "Abi, yapma. Azıcık ciddi olalım ya. Arayıp havuzumu ve tenis kortlarımı temizlemelerini söyleyeceğim. Bu iş bitti Kaptan. Tanrı aşkına. Burası Clippers. Burası ozon, alacakaranlık kuşağı -- Clipper bölgesi burası. Playoff'a kalamayacağız."



Donald Sterling hakkında


Johnson: Donald'la ilk temasım, ilk sezonumda yapılan Noel partisinde oldu. Takımın partisinde bir Noel Baba vardı ve Donald, her oyuncunun onun kucağına oturup fotoğraf çektirmesi konusunda ısrar etti. Bunu biraz küçük düşürücü buldum ve oraya gitmek istemedim. Ben bir yetişkinim. Noel Baba'nın kucağına oturmam. Bir kulüp yetkilisi gelip bu durumun Donald'ın hoşuna gitmediğini, bunu yapmam  gerektiğini söylediler. Nihayet oraya oturdum ve sanırım kafasını bir topmuş gibi avuçladım. Ortamı yumuşatmaya çalışıyordum. Donald Sterling ve Donald Sterling Stili ile ilk kez bu şekilde tanışmış oldum.

Catchings: Onunla ilgili en çok aklımda kalan şey, bir şekilde anlaşılmaz olmasıydı. Gelip size karışacak türden bir adam değildi. Sanırım oyuncularla arasına mesafe koymak isteyen tipte bir takım sahibiydi ve onda farklı bir şey olduğunu anlıyordunuz. Ama asla ona neyi yanlış yaptığını söyleyemezdiniz. Yeterince yanlış yaptı. Yeterince yaptı. 

Donaldson: Sterling, NBA ve NFL'deki birçok takım sahibi gibi, sosyal açıdan garip bir adamdı. Bir NBA ya da NFL takımı, bunların büyük oyuncakları gibidir. O takım sahiplerinden biri olmak istiyorlardı ve takım da onun göstermek istediği mücevheriydi. 

Bridgeman: Kibar ve cana yakın biriydi. Şimdi bile sık görüşürüz. Çok fazla kazanamazdık tabii ama, bir galibiyetin ardından soyunma odasına iner, bizi tebrik ederdi. Noel'de herkesi evine davet ederdi. Sezonun başında hediyeler verirdi.

Nater: Onu pek tanıyamadık. Maçlara gelirdi. Pek etrafında bulunmadık. Onunla pek kimsenin sıkı-fıkı olduğunu sanmıyorum. Bir yere de davet etmezdi. Deplasmanlara hiç gelmezdi. Tanımazdık onu. 

Kimble: Don Sterling'i bir arkadaş olarak gördüğümü söyleyeceğim; asla saygısızlık etmedi, 30 milyon para ödedi. Takıma geldiğimde ve sonrasında bana karşı hiç kaba davranmadı. Bu yüzden yere düşünce bir de insanlar size vurmak istese de, öncelikle onunla var olan hukukuma göre hareket eden biriyim.   

Donaldson: Her zaman çok iyi, nazik bir adam gibi görünürdü ve o kasettekilerin ligdeki diğer takım sahiplerinin de paylaştığı düşüncelerden farklı bir şey içerdiğini düşünmüyorum. Bilirsiniz, arkadaşlarını soyunma odasına getirirdi, bizimle fotoğraf çekilmeler filan. Oyuncuların yanında biraz garip duruyorlardı tabii. Ayrı dünyaların insanları sonuçta. Ama sonuçta kulüp onun. 

Catchings: Bence Donald Sterling, yeteri kadar iş yapan bir takım sahibi. Bilirsiniz, takımı daha iyiye götürmek için, gerekenden fazlasını yapmayacaktı. Kendi dönemi boyunca bıraktığı iz buydu. Birilerini getirmek ve "Bu adamlar üç sene bizde kalacak ve sonra daha fazla para isteyecekler, ben de gitmelerine izin vereceğim" demek. Bir nevi döner kapı gibiydik yani. Bahsettiğimiz adam, Wilshire Bulvarı'ndaki her şeye sahip olmak şeklinde bir felsefeye sahip. Yani her şey ortada: Eğer konu gayrimenkul veya takımı geliştirmekse, bu tartışmanın kazananı belli. 

Grant: Asıl mesele, kontrat vakti geldiğinde, Donald Sterling'in kimseye para vermek istememesi. Böylece başka takımlara gidiyorlardı. Larry Brown'la başladı. O gitti, sonra Danny Manning gitti, ardından Ken Norman -- herkes ayrılıyordu. Yedi sene sonra, takımda bir tek ben kalmıştım. Sözleşmen bitiyorsa, sana para ödenmeyecekti: Bu kadar basit.

Donaldson: Hayır, kavga-dövüş olmadan sonunun gelmemesine şaşırmadım. Bunun esasen rekabetçi olmayı istemenin bir yönü olduğunu düşünüyorum; çünkü onu emlak işlerinde son derece başarılı kılan da muhtemelen buydu. Bilirsiniz, özellikle yaşı geçkin erkekler -- birkaç içki içerler, sonra seksî kızlarla Corvette'lerine binerler... Bir noktada ahmakça bir şey söylerler ve bir aptal olduğun ortaya çıkar.

Bridgeman: Bu oyunu sürdürecek ve insanlara meta gibi davranacak her zaman başka birinin olduğunu düşünseniz de, büyük organizasyonlarda olay her zaman insanlarla ilgilidir. Ne kadar malınız-mülkünüz olursa olsun, onlar en değerli varlığınız. Başarılı olup olmayacağınızı etkilemeleri ve belirleyecek olmaları çok acayip bir şey. Topu oyuna sokup kendisine pas vermeyi ve herkesi savunmayı beceremedi. Yine de diğerleriyle takım arkadaşı olmak zorunda kaldı.

Nixon: Sterling'in kiracılarla olan ilişkisine bakın. Suçlama ve davalara bakarsanız, bence bu, insanlarla nasıl başa çıktığının bir göstergesi. Ve malum, bizim işimiz de insanlarla. Bu ligde birinin sizin için elinden geleni yapmasını istiyorsanız, ona saygılı davranmanız gerekir. Emlak işlemlerine ve bunların nasıl gerçekleştiğine bakarsanız, insanlara böyle davranılamayacağını görürsünüz. Cansız şeylerden bahsediyoruz. Binalardan bahsediyoruz. Orada insanlarla uğraşma zorunluluğu yok. 

Bridgeman: Sürekli hukuki ihtilaflarla dolu bir dünyada yaşadığında, her şey için savaşmaktan çekinmezsin. Bu sizin bir parçanız olur. Ve biz her şeyi, onun dünya görüşü üzerinden ortaya koyuyorduk. Doğru olsun ya da olmasın, o zaman bizim düşünce yapımız buydu. 

Kimble: Ne yazık ki, siyahlar hakkında gerçekten o görüşlere sahip.




Donald Sterling dönemi Clippers'ını takip etmek hakkında


Mark Heisler (L.A. Times, 1979-2011): Sanki Tanrı onu domaltmış gibiydi. Yüzünde bir absürdlük vardı. Kimsenin yapamayacağı türden hatalar yapardı. Ve bunlardan ders çıkarmazdı. Korkunç ve meydan okurcasına bir cehalete sahipti. "Ben kazanmak istiyorum" diyerek aynı şeyleri tekrar tekrar yapıyordu. Bunu defalarca söylerdi. İlk kez onun hakkında bir yazı yazdığımda, orada bir alıntı vardı: Gördüğü ilgiden nefes alışverişi değişiyor. Buradaki müzelerden birinin başında bulunan George Page diye bir adamdan bahsediyordu. Onu aramış ve kendisini tanıyor gibi konuşmuş... O adama para ödendiği o kadar barizdi ki. Kazanmak ikinci planda geliyordu.

Nick Canepa (San Diego Evening Tribute muhabiri, 1981-1982): Sterling döneminin ilk deplasman turu Kansas City, Chicago ve Milwaukee şehirlerini kapsıyordu. Ben o zaman Evening Tribute için çalışıyordum ve Pazar günü için özel bir ek falan çıkmıyordu. The Union'ın ise vardı. Cumartesi günkü maç Chicago'daydı. Ben de oradaydım ve Sterling'in de yanında bir sürü akrabası vardı. Kendisiyle henüz tanışmıştım. Etrafta dolanıp akrabalarını tanıtıyordu. Oyun başlamak üzereydi ve o eski Chicago Stadyumu'ndaki yerime oturdum. Kuzeni mi, yiğeni mi, bir kadın gelip yanıma oturdu ve şöyle dedi: "Donald'ı nasıl bilirsin?" Onu pek tanımadığımı, daha yeni tanıştığımı söyledim. Sonra kadın, ağzına geleni söylemeye başladı. "Kötü bir adam", "Aşağılık herif" vs. Daha adamla yeni tanışmışım, düşünün.

Scott Howard-Cooper (L.A. Times muhabiri, 1988-89'dan 1992-93'e): Her şeye burnunu sokan birisi olduğu için, herkesin işini zorlaştırırdı ve dahası, ne yaptığını bilmeden işe karışanlardandı. Asıl sorun buydu... Takım sahipleri olan-bitene karışır. Milyonlarca, bazen milyarlarca dolar yatırım yaptıkları işler bunlar. Elbette karışacaklar. Jerry Buss da çok karışırdı. Harika bir takım sahibi olduğu için tüm takdiri alırdı. Jerry West'in, kendisinin istemediği ama Jerry Buss'ın istediği şeylerin gerçekleşmemesi için bir yerlerini yırttığı zamanlar vardı. O açıdan Sterling, işe karışma açısından tek örnek değil. Ama her şeyi etkileme biçimi, bunların da her zaman belirli derecede delilik içermesi, Sterling'i diğerlerinden ayıran şeydi.

Heisler: Yazdığım o ilk yazı için konuşurken, bana takımı nasıl yöneteceğini anlattığını hatırlıyorum. Sonra bir ara ilgisi dağılıyor ve ardından şöyle diyor: "Bahsettiğim şeyden haberim yok." Takımın berbat olduğu ve kendisinin de güvenilirliğinin olmadığı gerçeği, son yıllarda değişti. Çünkü takım iyiye gitmişti. Ve bunun onunla ilgisi yoktu. Olup bitene zarar vermekten onu alıkoyan, bir dizi tesadüftü.

Ailene Voisin (1980'li yılların San Diego Union ve L.A. Herald Examiner muhabiri): 1981'deki açılış maçında eski San Diego Sports Arena'da Houston Rockets'ı yendiler. Sterling sahayı boydan boya koştu ve koç Paul Silas'ın kollarına atladı. O noktadan itibaren, ne zaman Clippers hiçbir şey yapamasa, gözler Sterling ve arkadaşlarının oturduğu yere yönelirdi. Bazen eşi Shelly de orada olurdu. 

Canepa: Silas onu bırakmalıydı ama bırakmadı ve sonra, o yılın ilerleyen zamanlarında Sterling tekrar geldi. Takım bir gün yine korkunçtu ve birileri tarafından eziliyordu. Sterling her zaman oturduğu, sahanın ortalarına denk gelen yerinden kalkıp geldi. Tam da o ara Silas mola almıştı ve takım bir aradaydı. Ben o anda Paul'ün sağında oturuyordum. Takıma ayrılan en son koltukta oturuyor, ben de basın masasının en son koltuğunda oturuyordum. Sterling geldi ve kafasını o anda bir yumak oluşturmuş durumdaki takımın arasına soktu. Birkaç saniye öyle kaldı, sonra dönüp yerine gitti. Paul gelip oturdu, sordum: "O da neydi?" Cevabı "Beni seviyor" oldu. "Ona ne söyledin?" dedim. Şunu demiş: "Buradan defol."

Volsin: Silas bir nevi şoke olmuştu. "Şimdi değil, Don. Şimdi değil" gibi bir şey demişti. Donald ona bir şeyler fısıldadı ve Paul "Şimdi değil, Don. Şimdi değil" dedi. Sonra Sterling oradan ayrıldı, Silas da oyuncularına talimatlar vermeye çalıştı. Biz orada oturuyorduk. Yazarlar da oyunculara yakındı ve Paul oyuncularına bir oyun çiziyordu -- birden kekelemeye başladı. Gerçekleşen şey yüzünden şoka girmişti. Sonradan ona sorduk, "Beni ne kadar sevdiğini söylemek istemiş" dedi. Bunu Pat Riley'ye sorduğumuzda adam güldü.

Canepa: Sonra Silas, ligden oyuncularla bir Çin turu yaptı, döndü ve eşyalarını koridorda buldu. Patty Simmons göreve gelmişti -- yardımcı genel menajer mi, başkan yardımcısı mı, neyse artık. Bir basketbol topunun neye benzediğini bile anlatabileceğini sanmam -- inanılmaz bir yıldı, anlayacağın.

Voisin: Yemekler verirdi. Şu hepimize "Ralph Sampson'ı ilk sırada seçmek için en son bitirmeliyiz" dediği meşhur yemekler. Şimdi bu adamlar hep bu tip şeyler söylüyor. İlginçti. O, bu konularda biraz daha şeffaftı. Bundan pek bahsetmezler. 

Canepa: Konuşmasını önceden ben ve editörüm Bud Poliquin'le prova etmişti. Hep bunları söylüyordu: "Ligi son sırada bitireceğiz ki, draftta Ralph Sampson'ı alabilelim." Ama ben hiç not falan almıyorum. Yanımda oturan yazarlardan biri "Bunlardan hiçbirini yazmayacak mısın?" diye sordu. "Hayır, zaten orada yazıyor" dedim. Her şey. Söylediği her şeyi tekrarlıyordu. Ted Podleski o zaman genel menajerdi -- iyi adamdı, geçenlerde öldü. Bu konuşmadan altı ay önce içkiyi bırakmıştı ve o konuşma esnasında muhtemelen bir şişe şarap içmiştir. Sonrasında Silas bana gelip "Hey Nick, kayıtdışı herhangi bir halt var mı?" diye sordu. "Yok, her şeyi yazdık" dedim. "Hay amına koyim" dedi.

Heisler: Parti düzenlemeyi çok severdi ve her zaman ünlüleri getirmeye çalışırdı -- getiremezdi tabii. Her zaman yedekte B listesi, C listesi falan olurdu. Pia Zadora onlardan biriydi. Onun gözünde, hep gazeteye çıkan kişileri çağırmalıydı. Ben de bunların çoğuna çağırılmıştım. Hiç gitmedim. Benim gözümde cehenneme girmek gibi bir şeydi. Donald'la bir partide sohbet etmek? Tanrım.

Howard-Cooper: Beni yakaladı ve şöyle dedi: "Sana Burges Meredith'in nerede oturduğunu göstereyim." Gelir "Başkanla tanıştın mı?" diye sorardı. "Evet, onunla konuştum." Cevabı "New York'a gidip, ona beni tanıdığını söylemelisin. Memnun olacaktır" şeklindeydi. Günlük bir komedi rutiniydi bu.

Voisin: O zamanlar Beverly Hills Oteli'nin yanındaki evinde düzenlediği Beyaz Partiler vardı ve bana hep sinirlenirdi çünkü ben hiç beyaz giymezdim. Birkaç kere gittim tabii... Bir keresinde John Wooden'la oturuyordu, draft için bir numarayı kimin elde edeceğini beklerken el ele tutuşuyorlardı. Biraz dokunaklıydı. John Wooden yaşlıydı. O zaman 80'lerindeydi, eminim basketbolun içinden birilerinin yanında olmasını istiyordu. Tam manasıyla el ele tutuşuyorlardı.

Howard-Cooper: Sterling'i görürdük, onunla konuşurduk. Onun danışmanlarından biri olacağımı kesinlikle tahayyül etmemiştim. Ama insanları bu role o sokardı. Onunla konuşmaya gidersiniz ve o ağlak sesiyle "Koç konusunda ne yapmamız gerektiğini düşünüyorsunuz?" diye sorar. Ve aslında benim o konuda bir karar vermemi istemiyordu. Salondaki güvenliğe de aynı şeyi soruyordu yani. Benim fikrim umrunda değildi -- güvenlik görevlisine, ailesinden birine ya da bir muhabire de bunu sorardı.

Voisin: Otel görevlisiyle de, lokantadaki öğrenciyle de konuşurdu. Herhangi biriyle çene çalabilirdi. Ama bu ona oyun gibi gelirdi. Bence oyun içinde oyundu... Los Angeles'a taşındıklarında farklı biri olmuştu. San Diego'da ilk günden beri amaçları, takımı Los Angeles'a götürmekti. 

Canepa: Bakın, Donald takımı satın aldı, yüzünü otobüslere ve billboardlara koydu ve basketbol yerine kendisini satmaya çalıştı. Takımı alma amacı, onu taşımaktı. Buna zerre kadar şüphe yok. Bir basketbol takımı almasının sebebinin bu olduğunu düşünerek mezara gideceğim. Baştan beri belliydi ve zaman içinde yaptı da. Ve orada, San Diego'dakinden daha iyi olamadılar. Eski Sports Arena'ya geçtiler. Orada da daha iyi olamadılar. Ama arkadaşlarına ve dostlarına daha yakındı. Tek umursadığı şey buydu.

Heisler: Yani, hikayelerde sürekli duyduğunuz şeyler var ve onun gerçekten Donald olduğunu anlıyorsunuz. İnsanların önünde çıplak dolaştığı hakkında. Ya da sadece bir bornozla dolaştığı hakkında. Bunlar doğru gibi geliyor. İnsanları istismar eden bir ebeveyn olduğu mesela... Düşünün, oğlu intihara kalkıştı. Oğlu, bir arkadaşını tüfekle vurdu. Bunların hepsine tanık olunca, bir noktada şöyle diyorsunuz: "Evet, ben bu adam hakkında bir şeyler yazıyorum. Artık eğlenceli bir tarafı kalmadı. Şakası yok."

Voisin: Shelly Sterling'i 2014 Playoffları sırasında (meşhur ses kaydı ortaya çıkmadan saatler önce) tuvalette gördüm, o da beni gördü ve şöyle dedim: "Siz Shelly Sterling misiniz? Beni hatırladınız mı?" Cevap verdi: "Aman tanrım, Ailene, çok genç görünüyorsun." Neyse, sonra devam etti: "Gelip Donald'a da bir selam versene."  Gittik, en ön sırada oturuyorlardı tabii ve o anda son istediğim şey, Donald Sterling'i görmekti çünkü haberi yetiştirmem gerekiyordu. Onunla yıllardır tek kelime etmemiştim ve oraya gitmek istemiyordum. Tam da o gece, malum hikaye patlak verdi. "Kahretsin" demiştim. 

Heisler: Donald'ın hiç güvenilirliği yoktu. Bu konuda eksilerdeydi. Tonight Show'da kullanılan bir şaka malzemesi gibiydi. Yani şehre has bir temaydı. Hep kullandığım anekdottur: Conan, Jay Leno'nun yerini aldığında, programın ilk 45 saniyesinde bir Clippers şakası yapardı. Atmosferi canlı tutmak adına. İşte onlar böyle bir malzemeydi. 

Eğer aynı skandala imza atan kişi daha tanınmış birisi olsa, mesela Jerry Buss, öncelikle bu kişi biraz sağa-sola yardım ederdi. İkincisi, hemen özür dilerdi. Üçüncüsü, Donald bundan yırtabilirdi. Tek yapması gereken, kalkıp doğruyu söylemekti. "Kanserim. Birçok ilacın etkisindeydim." Tek yapması gereken, samimi bir pişmanlık gösterisi sunmaktı. Ve hiçbirini yapmadı. Bunun yerine, her yerde Magic Johnson ve Afro-Amerikalı vatandaşlara hakaret ediyor. Donald, gerçekten çizgi filmlerdeki kötü adam karakterleri gibi. 

İçinde biraz insanlık var ama bunu bulmak için çok derine inmek gerek. Kimse henüz onu bulacak kadar derine inemedi.



Takımın bitikliği hakkında 


Canepa: Uzun süre bu kadar kötü durumda olmalarının sebepleri vardı. Yani, neredeyse her şey yanlış yapılıyordu. Uzun, çok uzun zamandır bir ahmaklar konfederasyonu durumundalardı.

Howard-Cooper: O zamanlar Clippers muhabirliği yapmak, giriş seviyesi muhabirlik demekti --  NBA'de olsanız dahi. Clippers böyle görülüyordu işte: Lise muhabirliğinden sonraki seviye. 

Heisler: Elton Brand'in kontratını uzatmayacaklardı ve Elton uzatılmasını çok istiyordu. Ki Elton buraya gelip, iki yıl içinde kendisini kanıtlamıştı. 20-10 ortalaması tutturup takım lideri olmuştu ve daha iyiye gidiyorlardı. Ayrıca geçinmesi kolay biriydi. Donald onunla tekrar imzalamadı. Takım tamamen genç oyunculardan kuruluydu. Daha sezon başlamadan pes ettiler. Balondan çıkan gazı hissedebiliyordunuz. Koçları Alvin Gentry'ydi. Bana hiçbir şey söylemedi -- söylemesine gerek yoktu. Omuz silkerek iletişim kurdu. Ama felaket bir sezon geçirdiler.

Canepa: Sanırım Terry Cummings'i seçtikleri drafttı. 1982 olması lazım. O zamanlar draftta birkaç tur vardı, şimdiki gibi iki değil. Sanırım yedinci turda hakları vardı. Silas'ın ofisinde oturuyordum. Kağıtlara baktı ve şöyle dedi: "Bilmiyorum Nick, şuradan birini seçsene."

"Eddie Hughes daha seçilmedi mi?" diye sordum. Hughes, Colorado State'ten hızlı bir guarddı. Ben de daha önce San Diego State'i takip ediyordum... Gördüğüm en çabuk oyunculardan biriydi. Soruma "Hayır" cevabını verdi. Ve onu seçtiler. Bir oyuncu draft etmiştim.

Heisler: İşi en zor olan Alvin Gentry'ydi -- çünkü bir şeyler başarmaya en çok yaklaştıkları zaman, hoca oydu. Devam etti ve Donald fişi çekti... Yani Elton'ın kontratı uzatılmadığında bu, sıradan bir şeydi: Kimseninki uzatılmıyordu. En çetin koşullar hariç kimse oradan para alamayacaktı. Takım tamamen bitmiş durumdaydı. 

Howard-Cooper: Sterling bir kontrat yapmaktan asla memnun olmazdı, kazandığını hissetmek zorundaydı. Karşıdakini alt etmeliydi. Bu tür durumlarda böyle davranamazsınız. Sen Clippers'sın, bunu telafi edemezsin. "Danny'nin bunu halletmesi ne kadar sürer?" demelisiniz. Bir fiyat belirledi. Uygun olduğunu düşünürseniz, onaylarsınız. "Katılıyoruz" veya artık son detaylara gelindiğinde "Ertelenmiş ödemelerin 50 bin dolarını 4 değil de 3. yılda verelim" demezsiniz. Bu çok absürd. İnsanları böyle kaybedersin. Danny Manning gibi adamlar bu yüzden elini kaldırıp "Ben artık yokum. Çok saçma bu" diyebiliyor. 

Heisler: Genel menajer Elgin Baylor, Danny Manning'i takas etmeye çalışıyor. Miami'den Glen Rice ile takas etmek için uğraşıyor. Danny'nin nasıl ayrılacağını düşünürsek, kötü bir takas değil. California Üniversitesi'nin Irvine kampüsüne, idmana gitmişler. Yani Donald'ın asla uğramayacağı bir yere. Donald normalde böyle şeyler yapmaz, ama o gün, kız arkadaşıyla geldi. Neler olup bittiği anlatıldı ve "Her şeyi durdurun" dedi. Danny'ye gidip "Gerçekten ayrılmak istiyor musun?" diye sordu. Danny gerçekten iyi biridir ama direkt konuşmayı sevmez. "Hayır, böyle bir şey demedim." Donald bir toplantı düzenledi ve takası iptal ettiler. Elgin de Miami'yi aramak zorunda kaldı...

Canepa: Bütçeyi aşmıştık. Hazırlık maçı yok. Yolculuk bütçesi yok, hiçbir şey yok. Akıl almazdı. O zaman Pete Babcock yardımcı koçtu; Sterling, o ve Silas'a bir masöre gerçekten ihtiyaçları var mı diye sormuştu. "Oyuncuların bileklerini bandajlayamıyorlar mı yani?" Doğru bu. Bu soruyu sormuş. Şimdi ligde işler nasıl bilmiyorum. O zamanlar masörler her şeyi yapardı. Seyahat eden sekreter gibiydi. Tüm yol ayarlamalarını, oteli tutmayı, her şeyi onlar yapardı.

Voisin: Sterling'in "Neden bir masörümüz var? Bir koç nasıl bilek bandajlayamaz?" diye sorduğu kesinlikle doğru. 

Canepa: Maaşların ödenmesiyle ilgili sorun yaşandığını biliyorum. Bırakın ufak ödemeleri, oyuncularda bile. Burası Yankees değildi. Daha çok bir kabustu. 

Voisin: O zamanlar muhabirler takımla birlikte seyahat ederdi. Hepimiz tarifeli uçakla giderdik. Otobüsle otele gittik. Masör bagajınızı aldı. Otel için uygun bir fiyat mevcut. O akşam HemisFair Arena'da Spurs'le oynayacaklar ve otele sabah 8'de giriş yapıyorlar -- herkes uyukluyor. Masör Mike Shimensky gidip anahtarları aldı ve sorun çıktı, ona biraz zorluk yaşattılar. Anahtarları vermeyi reddediyorlardı çünkü Sterling önceki birkaç kalışın parasını ödememiş. Masör kendi kartını çıkarmak zorunda kaldı. Aksi takdirde oyuncular lobideki koltuklarda sefil olacaklardı çünkü hepsi bitik durumdaydı. 

Howard-Cooper: Elgin Baylor, yıllar içinde günah keçisi oldu, çünkü Sterling onun adına işleri zorlaştırıyordu. Elgin Baylor çok eleştirildi, ama her takımda olduğu gibi o da bazı kötü kararlar verdi. Ama kötü kararların çoğu aslında onun değildi. 

Voisin: Kesinlikle doğru olan bir hikaye şudur: 82-83 sezonu, Clippers'ın bir takımla oynaması gerekiyordu ve o zamanlar kadrodaki eksiği doldurmak için en az 10 günlük kontrat verebiliyordunuz. Bir gün Michael Brooks'un 20'lik dişi çıktı ve kadrodan çıkarıldı. Sonra Silas onu çağırıp hazırlanmasını istedi, yoksa maç ertelenecekti çünkü Sterling başka bir oyuncu almamıştı. 

Howard-Cooper: Ron Harper'ın dizinin sakatlandığı zamanı hatırlıyorum. PR ekibi, Ron sahadan çıktıktan bir süre sonra geldi ve bana son durumu bildirdiler. Dijital dönemden önce bir kağıda bir şeyler karalayıp verirlerdi ya da fotokopisini çekip dağıtırlardı. Hiç unutmam, tam böyle değildi belki ama, şunlar yazıyordu: "Sadece burkulma, dönmesi bekleniyor." 

Voisin: Takımı aldığında, Sterling'in başına bir sürü kontrat kalmıştı. Don Nelson, Bill Fitch, John Havlicek -- sadece para kazanmak için ona dava açan bir sürü eski Celtics oyuncusu vardı. Don Nelson onu mahkemeye getirtti. Sanırım Fitch de. 

Canepa: Sterling, emekli Celtics oyuncularına maaş veriyordu. Bana "Bu Havlicek ve diğer adamlara para ödemem gerekiyor mu?" diye sormuştu. Ben de "Ne diyorsun sen ya? Takımı satın almışsın. Buna da razı ol. Sana ne diyeyim, bilmiyorum. Milyarların var. Bu adamlara ödeme yapıp yapmaman gerektiğini mi soruyorsun?" dedim. İnanılmaz bir adam. 

Voisin: Ben takımı takip ederken, bir gün San Diego'dan Seattle'a deplasmana geldiler. Toplu sözleşmedeki kural, iki saat veya daha uzun süren bir uçuşta oyuncuların birinci sınıfta oturmasının sağlanmasını gerektiriyordu. Uçaktayım, Seattle'a gidiyoruz, ön tarafa doğru baktım, takımın yarısı oturuyor -- Kobe'nin babası Jellybean Bryant dahil. Uçaktan inerken Jelly beni gördü ve çantaları aldıktan sonra yanıma gelip "Gel, senin için bir hikayem var" dedi. Birinci sayfa haberiydi hem de. 

Howard-Cooper: Clippers'ın hikayesini bu kadar benzersiz kılan şeylerden biri de, her zaman tezat içinde olmaları. Kendi başlarına pazarı ele geçirmeye çalışıyor değillerdi. Yalnızca saha içi ve saha dışı rekabet açısından kötü değillerdi, tüm spor dallarında görülmüş numunelik yapılardan biri olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Don Casey ile koç olduktan sonra bir kere konuşmuştum, işleri nasıl iyiye götüreceğini anlatan harika fikirleri vardı. Gerçekten de bir süre fena gitmediler, sonra Ron Harper sakatlandı ve koç şunu demeye başladı: "Cubs gibi olabiliriz. İnsanların kısmen geleneğimiz sebebiyle arkamızda olacağı sevilesi adamlar olabiliriz."

Heisler: Baş aşağı olmuş Amerikan Rüyası gibiydi. "Deli gibi paranız olursa ne yaparsınız?" sorusunun cevabı gibiydi ve bombok bir işti.



(Bu aslında üç parçalık bir sözlü tarih. Bir şöyle, iki de şöyle. Tek parça yapayım dedim. Üçü çevirmeye gerek duymadım, bakayım diyen olursa o da şurada.)

Yorumlar