Günlerden 15 Haziran 2004. Saat, sabahın 8'i.
Uzun süredir Detroit Pistons'ta çalışan Mike Abdenour, Auburun Hills'teki 3 Şampiyonluk Caddesi'nde yer alan takım tesislerine doğru ilerliyor. Gece pek iyi uyumamış -- 'kaygı' yüzünden. Tesislere girdikten sonra bu his hızla kayboluyor.
Onun yerine yeni bir duygu ortaya çıkıyor: Güven. Şöyle düşündüğünü hatırlıyor: "1 ile 25 arasında bir sayı seç, işte bugün o kadar farkla kazanacağız."
Pistons'ın 2004 Finalleri'nin son maçında Los Angeles Lakers'ı 100-87 yenerken ortaya çıkan fark, Abdenour'un tahmin skalasının tam ortasında yer alacaktı. Geriye dönüp bakıldığında, kulağa 'çok açgözlü' gelmediğini umuyor.
Ama dürüst olmak gerekirse, tesislerde herkes o sabah bunu hissetmişti.
"Herkesin, kolay kolay görülmeyecek bir heyecan düzeyine ulaştığını gösteren bir ortam vardı" diyor Abdenour. "Gidip nadir görülen bir şey yapmak üzere olduğunuzu biliyorsunuz."
Peki neden böyle hissetmemeleri gerekiyordu? Pistons, Lakers gibi dört müstakbel Hall of Fame üyesine ve eğer seriyi kazanırsa son 5 yılda dördüncü kez şampiyon olacak bir takımı alt etmenin bir galibiyet uzağındaydı.
Onlar hâlâ, en iyi dönemlerindeki Kobe Bryant ve Shaquille O'Neal'ın önderliğindeki Lakers'tı. Ve Detroit'in, rakibini o noktaya dek durdurma şekli göz önüne alındığında 3-1'den dönmek çok zor görünse de, beşinci maçta gelecek bir galibiyetle evsahibi avantajını geri alabilirlerdi.
Maç Öncesi Hazırlık
Detroit şehir merkezinde yaşayan ve ertesi gün Pistons formasıyla maça çıkmayacak olan herkes, o gece düşünceler içinde dönüp durdu ve rahat bir uyku uyuyamadı.
Larry Brown (Detroit Pistons koçu): Maçlarda pek iyi hissetmem. Takımı bir maçta ortaya çıkabilecek bir şeye hazırlamadığımız için her zaman biraz gerginimdir, bu yüzden maç başlayana kadar genellikle korkarım. Ama başladıktan sonra rekabetçi tarafınız baskın çıkar ve ne olduğunu anlamaya başlarsınız, fakat maç öncesi endişesi benim için her zaman zor olmuştur.
George Blaha (Pistons maç spikeri): Kulaklarım hâlâ dördüncü maçın sesleriyle çınlıyordu ama yine de "Bu akşam öne çıksan iyi olur, çünkü bir şampiyonluk geliyor" şeklinde hissediyordum. Herkes biraz baskı hisseder. Fırsatı kaçırmadığınızdan emin olmak istersiniz.
Mike Abdenour: O bekleyiş ve kalbinizin, ruhunuzun ve zihninizin derinliklerinde Lakers'ı bitirdiğinizi bilerek işe gitmek gerçeküstüydü. Olup bitenlerin yarattığı kaygı, stres ve beklenti düzeyi bu şekildeydi.
Yine de özgüven yerindeydi.
Blaha: Pistons şampiyonluğunu bekliyordum. Seri başlamadan önce bunu söylemek şaşırtıcıydı ama beşinci maçta şampiyonluğu almamızı bekliyordum.
Abdenour: Akşam olurken aklımda hâlâ hiç şüphe yoktu. Hazır olduklarını biliyorlardı. Sabah 10'da oynamaya hazırdık. Sabah 6'da da oynamaya hazırdık.
Brown: Ailemle birlikte Birmingham şehir merkezindeydik. Kendi evinizde arka arkaya üç maç oynadığınız zaman, ailenizle vakit geçirme fırsatı doğuyor. İnsanlar arabalarına Pistons bayrakları asmış, sokakta bizi durdurup şans diliyorlar... Herkes şampiyonluğu bekliyordu.
Abdenour: İnsanlar, Haziran ayında salonun otoparkında resmen kuyruktalardı. Barbekü yapanlar, su tabancalarıyla savaşanlar, Amerikan Futbolu oynayanlar... Maçtan çok önce otoparkta hareketlilik başlardı. Jurassic Park hakkında mı konuşmak istiyorsunuz? Jurassic Park, 2004'te otoparkımızda olup bitenlere kıyasla sönük kalır.
Blaha: Favori pankartım, beşinci maçtan önce Lakers salona girerken görülen ve üstünde Ben ve Rasheed'in karikatürlerinin yer aldığı "Wallaceville'e hoşgeldiniz" yazan o koca pankarttı. Böyle bir atmosfere girip, böyle adamlara karşı oynuyorsanız gerilirsiniz. Kim olursanız olun.
Üçüncü şampiyonluk beklentisi, 1990'daki açılışından 2017'deki salon değişimine dek Pistons'ın maç öncesi ve sonrası eğlencesinin odak noktasını oluşturan Hoops Sports & Spirits'te ortak bir toplantı yapılmasına neden oldu.
Mike Allen (Hoops'un sahibi): İnsanlar çok heyecanlıydı, kendilerinden geçmişlerdi. Enerji seviyesi çok yüksekti. Çok eğlenceliydi. Yoğun ve güzel zamanlar.
Katheryn Mitchell (Hoops barmeni): Mekanın etrafı, maçı izlemeye gelen insanlarla sarılıydı. Normalde içeriye 200 kişi civarı alabiliriz ama dışarıya hoparlörler ve ekran falan koyduk ve böylece herkes maçı izleyebildi. Kazandıklarında biz de bunun bir parçası olduk. Enerji inanılmazdı. Sanki kalabalığın arasına atılmış bir havai fişeğin ışıltıları gibiydi.
The Palace faktörü
Nasıl bir skor ortaya çıkarsa çıksın, bu maç Pistons'ın o sezon The Palace'ta oynayacağı son maçı olacaktı.
Alınacak bir yenilgi, sadece seriyi uzatmak değil, evsahibi avantajını kaybetmek anlamına da gelirdi. Ancak Pistons kadrosundaki kimse bu ihtimalle ilgilenmedi -- Bryant'ın son saniyedeki üçlüğüyle uzatmaya giden ve 99-91 kaybettikleri ikinci maçtan sonra bile.
Brown: O zamanlar Finaller 2-3-2 formatıyla oynanırdı ve kolay bir format değildi. İkinci maçın sonlarına doğru bir moladaydık. Shaq'a faul yapmamız gerektiğini düşündüğümü söyledim, çünkü Kobe'nin üçlük deneyeceğini biliyorduk. Bunu yapmadık ve takımdan da özür diledim. Ama bana Los Angeles'a geri dönmeyeceğimiz cevabını verdiler.
Blaha: Rip Hamilton bana, ikinci maçta alınan mağlubiyete rağmen şöyle demişti: "Los Angeles'a geri dönmeyeceğiz. Taraftarımızın önünde mi? Dalga mı geçiyorsun? Hiçbir maçı kaybetmeyeceğiz. Arkamızdaki bu insanlarla kaybedemeyiz. Kaybetmeyeceğiz."
Tayshaun Prince (Pistons forveti): Playoff'un her maçında taraftarın enerjisi çok yüksekti. Pacers'la karşılaştığımız serideki üçüncü maçı, Reggie Miller'ın bloklandığı pozisyonu bir düşünün. O maçtaki atmosferin nasıl olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Brown: The Palace'taki enerji, oraya adım attığım günden ayrıldığım güne dek inanılmazdı. Yani basketbolsever kitleye bakınca, Lions'ı, Wings'i ve Tigers'ı çok sevmelerine rağmen burasının bir basketbol şehri olduğunu düşünüyorum. Ama lise ve üniversite basketboluna baktığınızda, bu şehirde oldukça belirgin bir basketbol kültürü bulunduğunu görüyorsunuz.
Blaha: Onlar motive eden şeylerden biri de, The Palace'taki o kitleydi. Hiç bu kadar gürültülü bir salonda bulundum mu, bilmiyorum. Ve bu mekan, tavanın sesi emmesi için konserlere özel olarak inşa edilmişti. Bu bağlamda, şimdiye dek bulunduğum en gürültülü yerdi.
Bob Wojnowski (Detroit News köşe yazarı): O sezon boyunca Larry Brown bunda epeyce bahsetmişti; yedek kulübesi ve tribünlerdeki atmosfer, yıl boyunca üniversite turnuvalarındaki gibiydi.
Abdenour: Seyirciler sanki vahşi hayvanlar gibiydi. Neyin söz konusu olduğunu, kiminle oynadığımızı ve harika bir akşam olacağını biliyorlardı.
"Doğru şekilde oynayın"
Lakers beşinci maça hücumdaki hızını arttırarak başladı ve maça 14-7'lik bir seriyle girdi -- ve sonra da Pistons tarafından şutları durdurulmaya başlandı. Pistons ilk yarıyı yüzde 60 gibi bir şut isabet oranıyla bitirdi ve devreye 10 sayı önde girdi.
Wojnowski: 3-1 iken serinin bittiğini düşünebilirdiniz. Bilmediğiniz şey ise şuydu: Lakers'ta hâlâ bir şeyler kalmış mıydı? Pistons'ın onların kalan iradesini de çabucak kırdığını hatırlıyorum.
Abdenour'un, kariyerinde gördüğü en iyi 'toplanma ânı'nda Brown, takımını ikinci yarıya bomba gibi çıkaran bir konuşma yaptı.
Abdenour: Konuşmada ne söylendiğini tam olarak hatırlamıyorum. Ama oradaki duyguyu hatırlıyorum.
Brown: Gerçekten ne dediğimi bilmiyorum, ama genelde ne hissediyorsam onu söylerim.
Abdenour: Şöyle bir şeydi: "Bunu başarmak için elinize çok fazla fırsat gelmez. Şampiyonluk masasında yerinizi almak için 24 dakikanız daha var; devam edin ve hep yaptığınız gibi oynayın."
Brown: Eğer onlara şampiyonluktan 24 dakika uzak olduklarını söylediysem, buna inandığım içindir.
Abdenour: Şöyle diyerek bitirdi: "Doğru şekilde oynayın." Ve tam olarak öyle yaptılar.
Detroit geri adım atmadı ve yumruk üstüne yumruk savurarak, üçüncü çeyrek sonunda skoru 82-59'a getirdi. Buldukları her basketin etkisi, kalabalığın desteğiyle birlikte daha da ezici oluyordu.
Blaha: İkinci yarının başlarında Pistons'ın maça hakim olacağı belli oldu ve seyirci bundan memnundu. Kalabalık, açıkçası, benim görüşüme göre, maç tehlikede olmamasına rağmen, fark açıldıkça daha da çok gürültü çıkardı. Bir kutlama yapılacağını biliyorlardı.
Wojnowski: Dördüncü çeyreğe de tamamen Pistons hakimdi. Fark çoğunlukla 20'nin üstündeydi ve maç da 13 farkla bitti. Yıldırım sesleri veriliyordu ve daha önce bu kadar gürültülü bir salonda bulunmamıştım. Neyle karşılaştırabiliriz? Red Wings'in 97'deki zaferiyle mi?
Abdenour: Kolektif ve sürekliliği olan bir şeydi -- neredeyse bir müptela gibi, sahada olup bitenin nasıl sergilendiğini izlemekten alınan bağımlılık türü bir tatmin hissi oluşuyordu.
Takımın ruhani lideri Ben Wallace'tı. Maçı 18 sayı, 22 ribaundla bitirdi. Seken topları smaçlaması ve acımasız bloklarıyla Lakers'ın gözünü korkutuyordu.
Prince: İnsanlar, Ben Wallace'ın süperyıldız kalibresinde yetenekli olmadığını söylerdi ama öyleydi. Bunu çok farklı şekillerde ortaya koydu ve bize liderlik etti.
Brown: Maç öncesi kadro tanıtımında Ben'in ismi anons edildiğinde, bu aslında onun karakterinin ve yürekten oyununun takdir edildiği bir gösteriye dönüyordu. Ben ligin en iyi savunmacısıydı ve size muhtemelen Rasheed'in takımdaki en iyi savunmacı olduğunu söylerdi.
Blaha: Seri ilerledikçe daha iyiye gittiğini hatırlıyorum. Oraya çıkıp Shaquille O'Neal gibi oyunculara karşı durduğunuzda cesaretinizi ortaya koymuş oluyorsunuz -- ve inanın bana, Ben Wallece çok cesur ve özgüvenli. Joe Dumars'ın onu Detroit'e getirip Rick Carlisle ve Larry Brown ile çalışma fırsatı sunmasından ve böylece onun ne muazzam bir oyuncu olduğunu ve skorer olmadan da oyunu süperyıldız seviyesinde etkileyebileceğini göstermesinden çok memnunum.
Ethan Daniel Davidson (Bir dönem Pistons'ın sahibi olan Bill Davidson'ın oğlu): İnanılmaz derecede güçlü bir adamdı ve onun gibi bir oyuncu görmemiştim. Ve kesinlikle, ebatlarına göre gelmiş-geçmiş en iyi pivot. Bir daha asla göremeyeceğiniz türden bir şey.
Zafer Ânı
Detroit ve Los Angeles arasındaki asıl farkı gösteren bir istatistik varsa, o da beşinci maçta gelmişti: Lakers her çeyreğin ve de maçın en skorer oyuncusuna sahipti (Bryant, 24 sayı) ama yine de son çeyrek hariç her çeyrekte gerideydi ve son çeyreğe de 23 sayı geride girmişti.
Bu arada Pistons'ta ise tüm ilk 5 oyuncuları çift haneli skorlara ulaşmıştı. En skorer oyuncu olan Hamilton'ın 21 sayısı, Prince'in 17 sayı ve 10 ribaundu, sonradan Finaller MVP'si seçilecek olan Billups'ın 14 sayı ve 6 asisti, Rasheed Wallace'ın ise 11 ribaundu vardı.
Prince: Övgüleri kimin aldığı gerçekten önemsizdi. Sahaya çıktık ve doğru biçimde oynadık. Her birimiz kazanmak için gerekeni yaptı. Takımımızda All-Star oyuncular ve kritik anlarda öne çıkan oyuncular vardı.
Brown: İlk günden, Ben'le tanıştığım ilk saniyeden, Rip'le tanıştığım ilk saniyeden, Tayshaun'la tanıştığım ilk saniyeden beri, hiçbirinde zerre bencillik görmedim. Tüm amacımız deli gibi savunma yapmak, ribaundu almaya uğraşmak ve harika şutlar bulmaya çalışmaktı. Bunları sadece, bu dediklerimi yapmaya niyetli ve bencil olmayan bir grupla gerçekleştirebilirsiniz.
Abdenour: Chauncey'nin en iyi yaptığı şeyden faydalandınız: Liderlik. Rip'in, uzmanı olduğu şeyi yapmasını sağladınız: Sayı ve savunma. Tayshaun'un, ligde en üst seviye örneğini sergilediği şeyi aldınız: Savunma ve ribaund. Ben'e pis işleri yaptırdınız. Ve de içkinin en iyi şekilde karışmasını sağlayan pipet rolündeki Rasheed: "Bana ihtiyacınız mı var? O iş bende."
Blaha: Bu adamlar birbirine bağlıydı. Ve sadece ilk 5 oyuncuları böyle değildi, tüm kadro bu şekildeydi. Maça başlayan grup birbirine çok yakındı. Böyle bir takımı yenmek çok zordur.
Bitime doğru ilerlerken, Detroit rakibinin yaklaşmasına izin vermiyordu.
Brown: Bitime yaklaşık 5-6 dakika varken rahat durumdaydık. Asistan koç Mike Woodson'a şöyle dediğimi hatırlıyorum -- o arada bençtekiler kutlamalara ufaktan başlamıştı: "Sence kazanma şansımız var mı?" Mike güldü ve yanıtladı: "Koç, iki maçtır herhangi bir çeyrekte 20 sayıya ulaşamıyorlar. Sanırım iyi durumdayız." Ben de şöyle dedim: "Sessiz ol. Henüz kazanmadık."
Nihayet, maçın bitimine 2.56 kala fark 21'ken Brown ilk 5 oyuncularını alkışlar eşliğinde kenara aldı.
Prince: Beşinci maçın ardından kenara gelmek ve kalabalığı dinlemek, ben ve diğer ilk 5 oyuncuları için, önce kampta, sonra da sezon boyunca döktüğümüz her damla terin ve ortaya koyduğumuz sıkı çalışmanın meyvesini aldığımız anlardan biriydi.
Brown: Oyundan çıkıp kenara gelen her oyuncuyu alkışlatmak, bir koç olarak, her zaman yapmaya çalıştığım bir şeydi. Bence bir koç olarak, takımınız için çok şey ifade eden ve harika bir takım arkadaşı olan bir oyuncunun takdir görme fırsatını her zaman kollarsınız.
Blaha: Larry Brown, oyuncuları iteklerdi. Eğer yönetilmek istemiyorsanız, Larry Brown için oynamayın. Oyuncuların hepsi, eminim şöyle hissettiler: "Arkadaş, ne zaman rahat bırakacak bu adam ya." Ancak bu zorlamaların ardından şampiyonluk kazanıldığında, sahadaki tüm işi yapan ve kendilerine koçluk yapılmasına izin veren bu oyuncuların her birini ayakta alkışlatırdı.
Brown: Kazandığınızda diğer bençe bakarsınız ve Lakers'ın ne kadar inanılmaz bir sezon geçirdiğini anlarsınız. Yani takımınız için heyecanlısınız ama derinlerde, rekabet edecek kadar şanslı olduğunuz bir takım için sunduğunuz takdir yer alıyor.
"Şehrimize Adanmış Bir Zafer"
Neredeyse 20 yıl sonra, 2004'teki ekip, Detroit'in en sevilen şampiyonluk ekiplerinden biri olmaya devam ediyor.
Prince: Geriye dönüp baktığımızda --insanlara her zaman bunu söylüyorum-- 2003'ten 2008'e dek altı kez arka arkaya konferans finalleri oynamamızı sağlayan oyun tarzının, gerçekten oyunu değiştirmelerinin sebeplerinden biri olduğunu düşünüyorum. Hâlâ sert oynayabilirsiniz, hâlâ yüksek seviyede rekabet edebilirsiniz; sadece kurallara uyum sağlamanız gerek. Ama mevcut sistemde kimseyi 70 sayının altında tutamayacağınızı garanti edebilirim.
Brown: Gerçekten iyi karakterler ve bencil olmayan oyunculardan kurulu, derin bir kadromuz vardı. Ve dürüst olmak gerekirse Corliss'i, Mike James'i ve Mehmet Okur'u elimizde tutabilseydik, beş-altı şampiyonluk kazanabilirdik... İnsanlar delirdiğimi düşünebilir ama o grup bir arada kalsaydı, insanlar gerçekten özel bir şey görmüş olacaklardı.
Blaha: Başka bir takımın 'Bad Boys' kadar sevileceğini hiç düşünmemiştik. Eğer Bad Boys olmasa, açık ara en sevilen takım konumuna gelirlerdi. Ve 2000'lerin ortalarındaki o dönem dışında hiçbir takımın, Detroit'in hayal gücünü ve ruhunu onlar gibi yakalayabildiğini sanmıyorum.
Wojnowski: Tamamen ve haklı olarak romantikleştirildi, çünkü bunun yersiz olduğunu söyleyemeyeceğim ama bir bakıma beklenmedik olduğunu söyleyebilirim. Yani bir süperyıldız olmadan kazanamazsınız ve o takımın bir süperyıldızı olmadığı iddia ediliyordu. Sona erdiğinde "Bir daha böyle bir şey görmeyeceğiz" dediğimi hatırlıyorum.
Davidson: Babam ne olursa olsun takımın yanında duran türden bir takım sahibiydi. Bu, onun için önemliydi. Hiç cep telefonu kullanmazdı, o yüzden ertesi gün onu evden aramak zorunda kaldım. "Ah, evet. Başardık" dedi. Pistons'ın en büyük taraftarıydı.
Mitchell: O zamanlar şehir halkının buna ihiyacı vardı.
Blaha: Detroit'teki herkes --ister taraftar olun, ister takım için çalışın, ister basketbolu seviyor olun-- bunun şehir ve eyalet için bir kazanım olduğunu hissetmek zorundaydı. Asla unutulmamalı.
Brown: Chuck Daly bana hep şöyle derdi: "Larry, şampiyonluğun önemini, kazandıktan hemen sonra anlamayacaksın. Ama bir gün olan biteni ve ne kadar şanslı olduğunu hatırlamaya başlayacaksın." Haklıydı. Bunu çok kez yaşadım.
(Orijinali için şuradan.)
Yorumlar
Yorum Gönder